☰ İMPARATORA VEDA (İçindekiler)

1970

Sadakat

Tayini bu okula çıktığında çok sevinmişti Muallim Dündar Bey. Banliyö treni sabah erkenden onu son istasyonda bırakıyor, o da önce deniz kıyısından, sonra da dar sokaklardan yürüyerek devletin eski bir Rum konağından dönüştürdüğü okula varıyordu. Saat tutmuştu, bir önceki istasyonda inse birkaç dakika daha erken varması mümkündü, ama hem Almanların inşa ettiği o haşmetli garda trenden inmek güzeldi hem de garın merdivenlerinde onu karşılayan deniz ve şehir manzarası her sabah ruhunu gıdıklıyordu. Resmi ziyaret gerçekleştiren bir kral pozunda iniyordu o muhteşem merdivenlerden. Bir yandan içinden, “Hâşâ, tövbe, Murad’ımızın payitahtında,” diye kendini azarlayarak; diğer yandan da, “Canım, hayal kurmanın ne zararı var,” diye avunup bir anlık zaafını mazur kılmaya çalışarak.

Bazen, vakti dar değilse, vapur iskelesinin etrafına kümelenmiş satıcıların birinden poğaça alıyordu sabah çayına eşlik etmesi için. Poğaçacılar zaten artık onu tanıyor, ceketlerinin önünü ilikliyorlardı görünce, iskele meydanından geçen, Dündar Bey’in kıyafetinden ve duruşundan önemli bir zat olduğuna hükmeden diğer insanlar gibi.

Dündar Bey de adil bir krala –sakın, yakanı ısır! yakanı ısır, günaha girme!– yakışır bir tavırla hep aynı poğaçacıya gitmiyor, münavebeyle bir ondan, bir başkasından alıyordu poğaçasını. Gerçi sorsanız, kimin en lezzetli poğaçayı sattığını söylerdi; ama devlet sırrı verir gibi, öyle uluorta değil.

Vakti yoksa bunu belirtmek için fesine belli belirsiz dokunarak dost selamı verir, süs bastonunun yere dokunuş aralarını biraz daha açarak, adımlarını hızlandırarak meydandan geçer giderdi. Bunu gören poğaçacılar sağ eli sol göğse bastırıp aynı zarafetle başlarını belli belirsiz eğerek selam verirler, o hızla uzaklaşırken bir ağızdan, “Allah Murad’ınızı versin, Muallim Bey,” diye arkasından bağırırlardı.

Poğaça aldığı günlerde Dündar Bey nezaketi ihmal etmez, mutlaka selam verip (“Murad’lı günler”) selam alır (“Murad sizinle olsun, Muallim Bey”), 1 muradiye 80 kuruşluk poğaça bedelini mutlaka 2 muradiye olarak verir, para üstünü almayı reddederdi. “Allah ne Murad’ınız versin,” diyerek memnuniyetini ifade eden satıcının dileğine diğerleri de koro hâlinde katılırdı.

Okula giderken içinden geçtiği semtin de özel bir yeri vardı hayatında. Çocukken öğrendiği tarihçesini kendi anlattığı derslerde tekrar ede ede ezberlemişti; bazen önündeki tarih kitabından talebelerine okuyormuş gibi ağdalı bir sesle ve bol heceli kelimelerin tadını çıkararak içinden kendi kendine hitap ederdi bu sokaklarda yürürken.

İskele meydanından Yeldeğirmeni Mektebi’ne yürürken içinden geçeceğiniz mahalle, bildik bileli bitişik nizam, kimisi ahşap kimisi kâgir, ama istisnasız ahenktar nispetlere itinayla riayet ederek inşa edilmiş mütevazı evlerden müteşekkildi. Söylemekten imtina edilse de şehrin birçok yerini çirkin binaların istila etmişliğini kabul etmek lazımdır, ama burası insanı ferahlatan mütenakıs istisnalardan biridir. Bu cins semtlerin her birinin ayrı bir hikâyesi vardır; burası hakkında anlatılansa şudur (“çocuklar” diye cümlenin sonuna ekleme yapardı burada Dündar Bey):

Sultan VIII. Murad Hazretleri, her daim var olsunlar (hdvo), İkinci Cihan Harbi’nin patlak verdiği, at izinin it izine karıştığı günlerde babasının beklenmedik vefatıyla çocuk yaşta cülus eder etmez önüne gelen çetrefilli meselelerden bunalmış, emredip arabasını hazırlatmış, imparatorluğun şanlı mazisine doğru kısa bir seyahat vasıtasıyla zihnini memleket meselelerinden bir nebze azat eylemek istemiş. İmparatorluğu kendi safına çekme gayesiyle yakın bir tarihte Britanya Kraliçesi tarafından hediye edilen hususi vapura arabayı yükleyip maiyetiyle birlikte saraydan karşı yakaya geçmişler. İstikamet, geçmiş asırlar boyunca sefere çıkan orduların şehri terk etmeden önce milleti selamladığı mevki olan Veda Çeşmesi imiş. Mamafih, Boğaz’ı geçerken dalgalar araba vapurunu fena sallayınca ve dahi padişah efendimize refakat eden vezirlerin, muhafızların, lalasının ekserisinin istifrağ etmekten içi dışına çıkınca küçük Padişahımız... korkmamış elbette; fakat bir nevi heyecana kapılmış, iskeleye vardıklarında da bugün poğaçacıların loncalar arası muharebeden galip çıkmaları sonucu mekân tuttuğu yerde o devirde bulunan şekerleme satıcılarından tulumba tatlısı aldırıp yemiş. İskeleden de bu mahallenin evleri gözüküyormuş. Evlerin aşıboyası rengi, çivit mavisi, yumurta sarısı gibi cazibeli renklerini müşahede eden Padişahımız, çeşmeye o mahallenin içinden geçerek gidilmesini emretmiş. En önde dört muhafız, Padişahımızın arabası, arkalarında da maiyet olmak üzere hep beraber mahalleye girmişler. Birkaç sokak kat ettikten sonra evlerin cumbaları birbirine gölge etmeyen, şirin, munis hâli o kadar hoşuna gitmiş ki gâşiye örtüleriyle gelin gibi süslü dört atın çektiği arabasını durdurtup inmiş, mahalleden rasgele toplanmasını emrettiği üç beş çocukla sokakta saatlerce misket oynamış. Tabii vakit geç olduğundan çeşmeye gidilememiş ama padişah günün onda bıraktığı derin tesirin hatırasını yaşatmak amacıyla mahallenin aynen muhafaza edilmesini, boya, tamirat ve sair tüm giderlerinin hazineden karşılanmasını emretmiş. Semt böylece Padişahımızın himayesi altına girerken, eski sakinleri tarafından mermer ustalarına yaptırılıp kapı üzerlerine asılan Rumca tabelalara dahi dokunulmamış, Hünkârımızın âlicenaplığının bir nişanesi olarak.

İşte şehrimizin güzide bir semtinin tahrip olmadan kalabilmiş olmasının hikâyesi budur ve...

...ve doğrudur, yarı hayal ürünüdür, bu hikâyeyi şehirde yaşayan birçok kişi gibi ezbere bilen Dündar Bey bu sabah da muhiti boydan boya geçerek, adımları tez, içi kıpır kıpır, muallim mektebinden beş yıl önce mezun olur olmaz tayin edildiği işine gidiyordu.

Efsanevi bir mekânın içinden her gün iki kez geçmenin güzelliği bir yana, buraya tayin edilmesini talihli bulmasının ikinci nedeni, babası yıllarca Kadıköyü Nüfus Müdüriyeti’nde çalıştığı için küçükken bu okula devam etmiş olmasıydı. Muallim olarak döndüğü ilk günlerde hem hatıralarının aynen canlanmasının, kendisini minik bir ilkokul öğrencisi gibi hissetmenin hazzını tatmış hem de o büyürken okul aynı ebatlarda kaldığı için kapılardan merdivenlere, dersliklerden karatahtalara kadar her şeyin gözüne küçülmüşmüş gibi görünmesine şaşırmıştı.

Okula vardığında birkaç saniye durdu, binanın ön cephesini seyretti. Ne dersen de, Rumlar bina yapmayı biliyormuş, diye içinden söylenir söylenmez telaşla etrafına bakındı, aklından geçenleri birileri duyabilirmiş gibi. İki kanatlı, yüksekliği iki insan boyuna yaklaşan ana kapı, masif ahşaptı, bildiği kadarıyla meşeydi. Kim bilir kaç sanatkârın günlerce ince ince oyduğu bir dünya harikasıydı. Çoğu zaman olduğu gibi bu sabah da kapalıydı bu kapı; on yıl olmamıştı herhalde, eski bir müdür, kapının ancak resmi törenlerde ya da kaymakam, mutasarrıf, vali veya daha da yüksek makam sahiplerinin ziyaretleri sırasında açılmasının anlamsızlığı üzerine dost meclisi zannettiği bir ortamda birkaç laf etmiş, bu tedbirsizliğini kapıyla aynı malzemeden bir değnekle tabanları patlayana kadar falakaya çekilerek ödemişti. (Şüphesiz, bardağı taşıran damla, hem müdür hem tarih hocası olan adamın eski hanlarda büyük kapıların arabalar ve hayvanat için, küçük kapılarınsa insanlar için olduğunu hatırlatmasıydı, gülerek. Ana kapıdan buyur ettiği, ahbabı olan nahiye müdürü de yanı başına yatırılıp aynı cezadan payını almıştı.) Seyredip ibret alsınlar diye talebeler, muallimler, memurlar, müstahdemler ve bahçıvan, yani okul tam kadro bahçeye dizilerek. Dündar Bey bu düşünceleri hızla kafasından kovdu, binanın yan kapısına çıkan merdivenleri tırmandı. Girişteki küçük odasında uyuklarken onun ayak seslerini duyunca ayağa fırlayan odacıyla selamlaştı, demli bir çay söyledi. İkinci kattaki odasına yürürken onunla göz göze gelen meslektaşları da aynı şekilde kendilerine daha bir çekidüzen veriyorlardı. Daha çok genç olmasına rağmen emekliliği yaklaşan müdürün yerine en kuvvetli namzet olduğunu herkes biliyordu; bu, müdürün en genç yardımcısı olmasından da belliydi, müdüre vekâlet edilmesi icap ettiğinde her zaman onun seçilmesinden de.

Odasına girdi, kapıyı açık bıraktı, yerine geçip oturmadan makam masasının karşı duvarına asılı olan portreye selam verdi. Odacı emrini tez iletmiş olmalıydı; çaycı hemen geldi. Çayla birlikte tepsiye konan notu okudu: Başmuallim, müdür beyin hasta olduğunu iletiyordu.

Dündar Bey çayını yudumlarken saatine baktı: Yediyi beş geçiyordu. İkinci bir çay istemeyip koridorları adımlamaya, birkaç sınıfı teftiş etmeye karar verdi.

Aynada seyrelmeye başlayan saçlarını çabucak düzeltti, uzunca ve kavisli ince burnunun hangi açıdan en iyi görüntüyü verdiğini tartmak için başını yavaşça eğdi, kaldırdı, eğdi, kaldırdı.

Âdet edinmişti, bu okula ilk adım attığı gün girdiği sınıftan, o gün ilk kez oturup bütün bir yıl oturmaya devam ettiği sıradan başladı teftişe. Kim bilir kaç onyıl önce bir Rum çocuğun ahşaba kazıdığı harfler o gün olduğu gibi bugün de duruyordu sıranın karatahtadan görünmeyen kenarında. Sıra temizlenip her türlü izden arındırılırken atlanmıştı nasılsa; mümkündür ki OXI’nin büyük harfle “Hayır” kelimesi olduğu anlaşılmamış, yan yana çizilmiş geometrik işaretler zannedilmişti. Veya çocukların sevdiği dokuz kare oyununun bir parçası. Oysa dokuz kareye yer yoktu elbette o incecik kenarda.

Dündar Bey durumu bina mesulüne bildirmeyi defalarca düşünmüş ama her seferinde böyle bir şeye dikkat çekmenin, daha önceden fark etmemişliği, yani daha büyük bir kusuru ortaya çıkaracağından korkmuştu. Bugün de o endişeyi yaşadı, üzerinde durmamaya çalışarak sıraların arasında ilerledi. Çocukların hiçbirinin cesaret edemeyeceğini biliyordu ama emin olmak için sıralara son günlerde yeni bir şey çiziktirilmediğini, sandalyelerin altına çiklet yapıştırılmadığını teyit etti. Silgilerin temizliğini üzerlerine üfleyerek kontrol etti, hizadan birkaç santim çıkmış bir masayı yerine geri itti. Teneffüslerde öğrencilerin bilgilerini artırmaları için ödünç alabilecekleri, padişahın mutena nutuklarını ihtiva eden ciltleri saydı, cebindeki küçük demirbaş defterindeki sayılarla karşılaştırdı, sonra da mendiliyle kitapların üstünde birikmiş tozu sildi.

Saatine tekrar baktı, buçuğa beş vardı. Artık diğer muallimler bahçede talebelerle birlikte hazır olmalıydı. Odasına uğrayıp bir cetvel temin ettikten sonra acele etmeden aşağı kata indi, ana kapıdan çıkıp merdivenlerin tepesinde durdu, sınıf mümessillerinin “Dikkat!” diye bağırmalarını bekledi.

Birbirine vurulan topukların şaklaması avluda yankılandı.

Basamakları birer birer indi, son sınıf mümessilinin başını okşadıktan sonra ağzının içine bakan siyah önlüklü kitleye “Rahat” komutunu verdi. “Rahat, çocuklar, rahat.”

İlk ve orta mektepler olarak kümelendikten sonra sınıflara göre gruplanıp sıraya girmiş olan çocukların arasında bir aşağı bir yukarı yürüdü. Her sınıfın oluşturduğu sıranın başında ve sonunda birer başmuallim yer alıyordu. Dündar Bey, beyaz yakası düğmeden kurtulmuş bir çocuk gördüğünde en yakın mesul muallime belli belirsiz bir bakış atıyor, muallim seğirtip düğmeyi yeniden ilikliyor ve çocuğu yavaş bir sesle azarlıyordu. Yaklaşık yedi yüz öğrencinin teftişinde bu sadece üç kez yaşandı. Dündar Bey yakaladığı birkaç uzun tırnağı cetveliyle yavaşça dokunarak mimledi, çocuğun kulağına doğru eğilip yavaşça, “Bir daha olmasın,” diyerek söylendi, omzunu sıktıktan sonra ilerlemeye devam etti. Ne cetvel ne de kısa bir müddet temas eden parmaklar acı veriyordu ama buna rağmen küçük failler gözyaşlarına boğuluyor, sessizce ağlarken hıçkırmamak için derin derin nefes alıyorlardı.

Son öğrenciyi de bitirdiğinde Dündar Bey merdivenleri yine ağır adımlarla tırmanıp son basamakta yüzünü döndü, “Talebeler, sınıflarınıza,” dedi. “6B, sizlerle tarih dersinde sekiz dakika sonra beraberiz.”

Müstakbel müdür, odasında bir çay daha içtikten sonra tuvalet molası verdi ve sınıfın yolunu tuttu. Ayağa fırlayan çocukları keskin bir el işaretiyle oturttu. Masaya ilerleyip ders kitabını masanın üstüne, kenarlara kusursuz paralellikte yerleştirdi. Kırk dakika boyunca kitabı bir kez bile açmayacaktı. Kitabın her kelimesini bir hafızın Kuran’ı ezberinde tuttuğu ölçüde biliyordu çünkü.

Ceketini sandalyenin arkasına astı, kollarını kavuşturup sınıfa baktı. “Evet,” dedi, “bugünkü konumuz nedir, kim hatırlıyor?”

Ön sırada kolunu öğretmeninin gözünü çıkarmak istercesine yakından sallayan çocuğa işaret etti. “Hüsam.”

“İmparatorluğun Şuur Devri’ni ezberleyeceğiz, Muallim Bey!”

“Pek güzel. Veya diğer adıyla?”

“Murad’lar Devri.”

“Evet. Hâlihazırda içinde bulunduğumuz ve ilelebet sürecek olan Devr-i Murad. Şimdi çocuklar, geçen ay imtihanda en temel tarihleri yanlış yazanlarınız oldu, isim vermek istemiyorum. Ne yalan söyleyeyim, müfettiş ziyareti olursa –ki her an olabilir– okulumuz hakkında ne düşünür diye telaşa düştüm. Bunları soracağı belli! Ya da maazallah, padişah efendimiz her yıl ziyaret ettiği bir avuç okul arasına bizi de katma teveccühünü gösterirse o zaman ne olur hâlimiz? Koca ülkenin başmuallimine rezil edersiniz bizi vallahi.” Ellerini çaresizce iki yana açtı, on beş-yirmi saniye tahtanın önünü arşınladı. Derin bir nefes aldıktan sonra devam etti. “Öyle anlaşılıyor ki, aranızda müfredatta daha gelmediğimiz yerleri kurcalayanlar da var. Ben yeni takvimle 1926 doğumlu Kraliçe Elsapet’in ülkemizle ilişkilerini sormuşum, o bana I. Elsapet’in III. Murad hazretlerine yazdığı dostluk mektubundan bahsediyor. İstirham ediyorum, I. Elsapet yine yeni takvimle 1603 senesinde ölmüştür! Tamam, onlar ağırdan almışlar, birinciyle ikincisi arasında üç asırdan fazla süre var, bizim gibi Murad’ları şan ve şeref abidesi olarak yan yana koyamamışlar, ama insaf! Akıl var, mantık var.”

Bir kez daha ellerini iki yana açtı, başını yana eğip avurtlarını şişirdi. Konunun ehemmiyetini kâfi derecede vurguladığını ümit ediyordu. Teatral bir edayla ayakuçları üzerinde yarım döndü, masaya doğru seğirtti, kitabın kapağına birkaç kez dokundu. “Pekâlâ. Pekâlâ. Baştan alalım.” Havaya kalkan ellere baktı. “Müzeyyen.”

“Muallim Bey, Dördüncü Murad...”

“O nereden çıktı, yavrucuğum?”

“Üçten devam etmeyecek miyiz?”

“Ama Şuur Devri demiyor muyuz çocuğum? Kiminle başlıyor Şuur Devri?”

“B... beş?”

“Üstüne bir ekleye ekleye doğruyu bulacaksın diye ümit ediyorsun. Otur!” Ellerini çırptı, sonra yanaklarına dayayıp birkaç saniye Munch pozunda durdu. “Beşinci Murad. Saltanatı sadece üç ay sürmüştür çünkü aklen ve bedenen bu ulvi vazife onu yordu. Şuur Devri’ne dahli mevzubahis olamaz. Hepimizin, hepimizin bildiği gibi imparatorluğun Şuur Devri, VI. Murad’la başlamıştır, çocuklar. Halk arasında hangi unvanla anılırdı bu padişahımız?”

Hep bir ağızdan: “Ulu Hakan!”

“Pek güzel. Necla, Ulu Hakan’ımızın dünyaya geliş ve ebediyete intikal tarihleri?”

“1842-1918, Muallim Bey.”

“Hangi yıl tahta çıktığını hanginiz söyleyecek? Müfettiş daha ziyade onu sual edecektir. Asker?”

“1886.”

“Yanlış. Bakın cetveli elime aldırmayın; bilmiyorsanız bari elinizi filan kaldırmayın, susun oturun! Bilenlerden öğrenin. Doğrusu 1876 olacak. Onu ezberleyin, ondan sonra da –bakın, hatırlaması kolay bir sayı– otuz üç ekleyin, tahttaki son senesini de bulursunuz. Asker, zırlayacaksan çık, yüzünü gözünü topla gel.”

Dündar Bey bir an durdu, sonra tebeşiri alıp tahtaya çabucak dört satır çizdi, sert hareketlerle dik çizgiler çekip üç sütun oluşturdu. “Belki böyle daha iyi kafanıza kazınır,” dedi. “Şuur Devri’nin hemen öncesini de not edelim, tam olsun. İsmi müteakip ilk sütuna tevellüt ve vefat, ikinci sütuna da saltanat tarihlerini yazacağım şimdi.” Hazırladığı tabloyu tebeşiri tüttürecek bir hızla doldurdu, ama derste o nokta itibarıyla geldikleri yere kadar; çocuklara çok uzun müddet arkasını dönmek istemiyordu.

Murad V 1840-1904 1876-1876
Murad VI 1842-1918 1876-1909
     
     

 

İlk iki sırayı böylece tamamladıktan sonra matematik hesabını yineleyerek devam etti. “Evet, 1876-1909: Peki, neler yaptı bu otuz üç sene zarfında İmparatorumuz, en mühim icraatları neler olabilir mesela? Necla.”

“Demiryolları yaptı.”

“Başka?”

“Çok iyi bir marangozdu.”

“İlk evvel, Süleyman –ve tabii hepinize söylüyorum, tekrar tekrar– söz almadan konuşmuyoruz. İkincisi, eften püften şeyler işitmek istemiyorum. Tabii ki sultanlarımızın her kelamı vecizedir, çorba içerken kolunu kıpırdatması ben kulunun on katlı bina inşa etmesinin muadilidir ama mühim icraatlar, dedim. Bana böyle yok ahşap yontardı, yok adının harfleri biçiminde kazılmış havuzunda kayıkla gezinirdi gibisinden şeyler söylemeyin, asabımı bozmayın. Mümtaz.”

“Ermenilerle savaştı.”

“Evet, çok mühim. Kurduğu Muradiye Alayları istiklalimizi garantiye aldı. Başka? İlmiye?”

“Kanunuesasi, Muallim Bey.”

“Evet! Hayati bir mesele. Meclisin kabul ettiği, içimize nifak tohumları sokma meyilli kanun teklifini alaşağı etme dirayetini gösterdi, memleketi cennetmekân kıldı; mümin ü kefere nezdinde itimat edilen ve dahi huşuyla tapınılan bir cihan devleti mertebesine eriştiysek, bu muvaffakiyet kiminle başlamıştır, Sultan VI. Murad’la başlamıştır, çocuklar. Peki, 1909’a kadar saltanatı sürdü dedik, 1918’de vefatına kadar inzivaya çekilip daha evvel kurduğu tercüme bürosunun takdim ettiği dedektif romanlarını okuyarak vaktini geçiriyor, bunu biliyoruz; peki, tahta neden veda ediyor, erken değil mi? Yok mu cevabınız? Pekâlâ. Bakın burası çok önemli. Şehzadesi otuzunu geçmiş, pırıl pırıl bir kıymet. Ne yapıyor VI. Murad? Tahtı oğluna bırakıyor. Büyük liderler, ülkenin selameti için ne gerekirse yapar. Oğlunun dehasını daha bebekken müşahede etmiştir kuşkusuz. Tıpkı bugün de...” Burada bir an durdu Dündar Bey, başını kaldırıp her dersliğin en görünür köşesine asılı çifte tabloya, hükümdar VIII. Murad’la yanındaki üç yaşındaki temiz yüzlü çocuk portresine baktı. “...Heybetli İmparatorumuzun şehzadesine baktıkça muhakkak gördüğü gibi. Ve geliyoruz VII. Murad efendimize. İlhan.”

“1909-1939, Muallim Bey.”

Dündar Bey güldü. “Onu ezberlemek en kolayı. Tevellüt ve vefat? Müfettiş hep o sırayla gider.”

“Onu da biliyorum: 1878-1939.”

Dündar Bey yüzüne müphem bir ifade vermeye gayret ederek söylenenleri tahtadaki tabloya ekledi.

Murad V 1840-1904 1876-1876
Murad VI 1842-1918 1876-1909
Murad VII 1878-1939 1909-1939
     

 

Sınıfa tekrar yüzünü döndü, dudağını biraz daha büktü. “Saltanatının son senesiyle vefatı denk geliyor, öyle mi? Emin misin?”

“Eminim, Muallim Bey.”

“Neden öyle oluyor?”

“Nasıl yani?”

“Neden öyle diye soruyorum; sualimde anlaşılmayacak bir şey yok... Konuşsana oğlum.”

“Yani, ölümüne...”

“Ölüm denmez padişahlarımız için, vefat denir.”

“Vefat ettiğinde... hâlen tahtta oturduğu, devletin başında olduğu için.”

Dündar Bey masanın köşesine oturmuş, bacaklarını sallandırmıştı, sıçrayarak yere kondu. “Çocuklar, bunda korkacak bir şey yok. Rivayeti bazılarınız işitmiş olabilir –tabiatıyla hükümdarlar hakkında çok dedikodu olur, mahallelerde yangın gibi yayılır, pek çaresi yok– ama aslı astarı olmayan bir şey. 1939’da tam İkinci Cihan Harbi başlamak üzereyken eski müttefikimiz Almanya’nın, o anki müttefikimiz Britanya’ya sırt çevirip Almanya’yla bir kez daha birlik olmaya yanaşmıyor diye Padişahımız VII. Murad’a suikast düzenlediği yalandır, hurafedir, bu böyle biline. Doğrudur, babasının genç sayılabilecek altmış bir yaşında mide kanaması geçirerek vefat etmesinin hemen ardından tahta çıkan bugünkü Padişahımızın (her daim var olsun) imzaladığı ilk anlaşma Almanya’yladır. Mamafih harbe bilfiil girilmemiştir ve zaten harbin hemen sonrasında da bugün hâlen yakın dostumuz olan Britanya devletiyle bir kez daha müttefiklik münasebetimizi perçinleyen akdimiz imzalanmıştır, şu an da yürürlüktedir. Yirmi bir sene arayla cereyan eden iki cihan harbinde –altını çizeyim, sadece bu iki harp devam ettiği müddetçe– Alman devletiyle yürüttüğümüz müttefiklik, şanlı tarihimizin tamamıyla mukayese ettiğinizde kısacık bir devre teşkil eder. En nihayet hatırlamanız icap eden budur. Bunları merak etmenizin hiçbir mahsuru yok; doğru cevabı bilin, yeter.”

Durdu, söylediklerini tarttı, memnun kaldı. Parmağını sallayarak devam etti.

“Yalnız şimdi Sultan VII. Murad’a dönelim biz çünkü 1909-39 arası çok mühim bir devredir imparatorluğumuz açısından. İkinci Cihan Harbi’ne fiilen girilmedi dedik çünkü her ne kadar Birinci Cihan Harbi’nden zaferle çıkıldıysa da bunun ne kadar meşakkatli olduğu tecrübe edilmiştir ve bu millete bir cihan zaferi yeter denmiştir. Değil mi çocuklar? Muzaffer olmak bir yana, neler yapmıştır bu padişah, onun iktidarı sırasında neler girmiştir ülkemize? Bir sürü el görüyorum... İlhami.”

“Tiyatro.”

“Yanlış, o ta Abdülaziz döneminde. Asude.”

“Otomobil.”

“Devlet erkânı için otomobil, evet, fakat yine yanlış çünkü VI. Murad. Gülnihal?”

“Tayyare ve zeplin.”

“Aferin! Tayyareler kamu emniyeti nedeniyle uzun süredir yasak tabii, fakat havada zeplin görmüş olanınız vardır. Yok mu başka? Hani akşamları büyük eğlenceniz; Süleyman?”

“Radyo?”

“Tabii ki radyo. Düğmesini açarsın, kapayana kadar çalar, güzelim devlet radyosu. Tamamıyla VII. Murad döneminin eseri. Pekâlâ. Şimdi siz biraz dinlenin, işin siyasi kısmını ben özetleyeyim...”

Muallim Dündar Bey anlattı:

“Zor günlerdi, çocuklar. VII. Murad efendimiz, 1909 senesinde daha tahta çıkar çıkmaz Ermenilerle harp edildi. Altı sene sonra da bir daha. Rahat durmuyorlar. Bunlara ilaveten bir de İkinci Ermeni Harbi’yle kısmen tedahül eden Birinci Cihan Harbi’nin beş seneye yayıldığını aklınıza getirin. Sonuçta ne oldu, kazandık ama kaybettik. O zamanki müttefikimiz Almanya kaybedince biz de yenilmiş sayıldık. Rumeli nasıl elden gittiyse Ermenistan da öyle gitti; Sovyetler’le, yani Rus devletiyle hâlâ hemen hemen sene-be-sene müzakere ettiğimiz bir meseledir. Çok şehit verildi. Çok kayıp verildi, sivil halktan da. Her iki taraftan, bunu kabul etmek lazım, gerçi biz arkadan vurulduğumuz için çok daha fazla kayıp verdik ve en nihayetinde bu şehrin nüfusu kadar insanın bile yaşadığı bir yer değildi oralar, viraneydi, kıymetsizdi; kim bilir devlet dış mihraklar işi bozmasa da ihya edebilseydi nasıl bir cennet hâline gelecekti. Neyse, nereye varacağı bilinmez o meselenin, İmparatorumuzun takdirine bırakalım. Ama bir düşünün hâlimizi bugün, Mezopotamya’yla Arabistan’ı da kaptırsaydık, hâlimiz haraptı devlet ve de millet olarak.”

Boğazı kurumuştu, masada duran sürahiden su doldurdu bardağına, kana kana içtikten sonra devam etti.

“Cihan Harbi’nin sonrası daha da zordur. Ülke çöküntünün eşiğindedir, meslek sahibi ekalliyet mensuplarının tamamına yakını arkalarına bakmadan kaçmıştır, geride kalan halk şaşkınlık ve acz içindedir. Onun üzerine gelen ekonomik buhran... Turgut, sen niye rahatsız gibisin, çişin geldiyse çık, aksi hâlde cendereye girmişsin gibi oranı buranı büzme karşımda. Vatanın mazisini ezberleyene kadar tekrar etmek lazım gelir, çocuklar! Mazi istikbaldir, istikbal de mazi; ikisi birbirinden azade mefhumlar değildir.”

“Estağfirullah hocam, sabah kahvaltı etmedim de, biraz açım ben.”

“Açsın, peki. Hocam denmez, bir. İki, çaycı birazdan peksimetleri getirir sabah teneffüsünüz için, biraz sabret. Açlık, evet. Memleket, işin açıkçası, aç biilaçtı, çocuklar. Peki, nasıl düze çıktık, Allah’ın yardımıyla demek kolaya kaçmak olur. Bu dünyada her şeyi görür ve bilir O, yani hava, su neyse O da aynı şey; ama ilave olarak birinci unsur elbette padişahın dehasıdır. İkincisi petroldür. Dünyada herkesin ihtiyacı olan ama pek az ülkenin sahip olduğu bir madde. Bu topraklarda imparatorluk kurup petrolü de içine alacak şekilde genişletmek, tabii o da birbiri ardına hüküm süren padişahların dehasıdır. Nihayetinde hepsi oraya çıkıyor görüyorsunuz. Öyle ki, Birinci Harp sonrası bizi destekleme karşılığında taviz üstüne taviz isteyen Britanya, sonrasında bin bir dereden su getirerek bu güzide şehri ve dahi vatanı bir nevi manda sistemiyle ‘müşterek’ idare etmeye kerhen razı olan Britanya, bugün bakın bize muhtaçtır. İmparatorumuzun iki dudağı arasındadır müttefikimizi iktisadi olarak çökertmek. İstemez, niye istesin, ama istese!”

Dündar Bey bir yandan anlatırken bir yandan da buzlu camda birkaç dakika önce beliren, kararsız bir metronom gibi sallanan karartıyı yan gözle izliyordu. “Gir!” demesiyle çaycının ürkek yüzü aralanan kapıda bir dilim gözüktü. Bu kez eliyle işaret edince kapı tam açıldı. Çocuklar peksimet ve çaya yumuldular; o istemedi. İçtimadan önce içtiği çaylar hafif hafif zorlamaya başlamıştı. “Açlığınız biraz geçtiyse,” dedi, “dinlemeye devam edin şimdi.”

“Evet, pekâlâ, İmparatorumuz VIII. Murad” –eliyle bir kez daha duvara asılı tablolardan solda duranını işaret etti– “Padişahımız, Doğu’nun yıldızı, Batı’nın ümidi, coğrafyalar hâkimi, iki caminin hizmetkârı... Her daim var olsun, tahta çıkışı 1939 dedik. Ne zaman doğmuş biliyor muyuz?”

Bütün sınıf bir ağızdan “1927” diye gürledi; ağzı dolu olanlar ancak son iki heceye yetişebildiklerine utandılar, oturdukları yerde küçüldüler. Dündar Bey gülümseyerek tabloya son hâlini verdi.

Murad V 1840-1904 1876-1876
Murad VI 1842-1918 1876-1909
Murad VII 1878-1939 1909-1939
Murad VIII 1927- 1939-

 

“1927, yani tahta oturduğu zaman daha çocuk. Sizinle aşağı yukarı aynı yaşta. Aklınız alıyor mu böyle mesuliyeti? Almaz tabii, almaması gayet normal. Pekâlâ. 1939’da ülkesinin başına geçiyor ama daha şehzadeyken dehasını gösteriyor, penisilin iğnesini icat ediyor mesela, hepimiz biliyoruz. Bazı kitaplarda 1928 yazar, mürettip hatasıdır, 1938’dir doğrusu. Harp süresince genç bir padişah olarak sergilediği basiret hakkında yazılan makalelerin hepsini okumaya asgari insan ömrü yetmez ama mesela atom bombasını keşfedip Amerika’ya hediye etmesini anmaz bile ecnebilerin yazdığı dünya tarihi kitapları – nedense...”

Zil çaldı. Bu, on dakikalık bir teneffüstü. Dündar Bey durdu, sınıfı gözleriyle taradı. Herkesin çayı, peksimeti bitmişti ama kimse sırasından kalkmıyordu. Nihayet, dedi içinden, ben “Çıkabilirsiniz,” demeden kımıldamamayı öğrendiler. Gülümsedi. “Hepiniz her şeyi anladınız mı, çocuklar?” En arka sırada dikkat çekmeden oturan bir kız öğrenciye baktı. “Hripsime, sen de anladın mı, yavrum?”

Saç örgüsünü eliyle kıvıra kıvıra koparacak hâle getirmiş olan küçük kız başını öne eğdi; anlamıştı.

“Çıkabilirsiniz,” dedi geleceği parlak genç öğretmen. “Nizama uygun. Koşmak yok.”

ሁሁሁ

Makam koltuğuna oturdu, gözlerini ovuşturdu. Bu dersler onu zihnen bitap düşürüyordu ama aynı zamanda çeliğe su vermiş gibi oluyor, benliğini yeniden bina ediyor, inancını sağlamlaştırıyordu. Tatmin edici, yapıcı bir yorgunluk diyordu buna.

Masasının üzerinde duran zarfa baktı. Üzerinde “Müdür Bey” yazılıydı. Odacı bugün Dündar Bey vekâlet ettiği için ona bırakmış olmalıydı. Bir an müdürün odasına götürüp bırakmayı düşündü, nasıl olsa yarın dönecekti Müdür Bey. Ama tekrar düşününce bunun önemli, hatta acil bir evrak olabileceği şüphesi baskın çıktı. Mektup açacağıyla dikkatle zarfın kenarını kesti, içindeki kâğıdı kıymetli bir senetmiş gibi itinayla çıkardı, düzledi, müzelerde camekân altında duran nadide vesikalara doğru eğilenlerin yaptığı gibi omuzlarını kısarak inceledi. Tebligat kısacıktı: Mektebin müracaatı dikkatle değerlendirilmiş olup, yine de hükümdar VIII. Murad Hazretlerinin (hdvo) bu sene ziyaret ve teftiş edeceği mekteplere dahil edilmesi münasip görülmemişti. Gelecek sene için başvuruların kabul edileceği tarihler daha sonra tespit edilip, ilgili mercilere tebliğ edilecekti.

Dündar Bey titreyen parmaklarıyla kâğıda uzandı, zarfa geri koymak için dikkatle katlamak üzereyken bir damlanın –tam da “Murad Hazretleri”nin üzerine– düşüp yayılışını hayretle seyretti. Ne olduğunu anlayamadan ikinci bir damla daha düştü kâğıda, derken bir tane daha, bir tane daha. Muallim Bey hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Kimseler görmesin diye koltuğundan fırlayıp odanın kapısını kapattı.

 

© Aziz Gökdemir, 2023

© İthaki, 2023

Fotoğraf: Eski bir Rum okulunda arka sıra (Aziz Gökdemir, 2019)