Minik şehzade, saray surlarının içinde iki sıra duvarın dünyanın meraklı bakışlarından koruduğu harem bahçesinde kar tavşanını kovalıyordu. Kış yaklaşırken göz gezdirdiği Londra baskısı bir kitapta hayvanın fotoğrafını görünce hemen istemiş, saray başterzisinin alelacele mink kürkünden artan bir parçadan diktiği, gözler yerine obsidyen bilyeler yerleştirdiği, tombulluğuna bızdığın hemen kanı ısınsın diye neredeyse patlayana kadar içine pamuk doldurduğu oyuncağa burun kıvırmış, Amerika’dan gerçeği getirtilene kadar her akşam yatmadan önce mızmızlanmıştı. Şimdi ikisi de mutluydu; hele tavşan Amerikan şilebinden kafes içinde itinayla indirildikten sonra kapatıldığı, sandıklar dolusu karın Sapanca’dan at arabalarıyla şehre getirilip gölgesine boca edildiği mahzenden salıverildiği için pek sevinçli gözüküyor, zıp zıp zıplıyordu. Kıkırdayarak peşinden koşan küçük Murad’ın da ondan aşağı kaldığını söylemek zordu.
“Neredesin! Nereye girdin?”
Panikle kara dalıp tünel açmaya başlayan tavşanı taklit etmek için yere kapaklandı, saçı kar topaklarıyla altüst, ayağa kalktı. “My hair,” dedi saçlarını işaret ederek, sonra da tavşanın kaybolduğu deliği işaret ederek, “my hare.”
Mürebbiyesi ellerini çırptı. Çocuk yeri öpünce bir an telaşlanıp gözleriyle bahçeye bakan terası taramıştı çabucak. “Aferin,” dedi. “Telaffuzu tamamen aynı ama mânâsı çok farklı iki kelime. Çok hızlı öğreniyorsun. Nerede senin tavşanın?”
“Bilmem,” dedi küçük Murad. Omuz silkti. “Annemi görmek istiyorum. Beraber kardan adam yapalım.”
“Annen... Peki, peki.” Gözleri perdelendi bir an ama üzerine çökmeye çalışan bıkkınlığı iteledi; başını sağa sola çevirip tavşandan bir iz görmeyi umdu. Nafile. Mutfaktan havuç, marul isteyip buraya getirmeliyim, diye düşündü. O kadar insanın beş on saniyelik bir oyun için haftalarca seferber edilmesi, çocuğun maymun iştahlılığı sinirine dokunmuştu. Oyuncaklarla da ilişkisi aynıydı. Avrupa’nın en pahalı mağazalarından heyetler gönderilip alınan eğlencelikler kısa sürede sarayın depolarında çürümeye terk ediliyordu. Küçük beyefendi bir gün tekrar ister diye ne saraya yakın ailelere veriliyor ne de yetimhanelere bağışlanıyordu bunlar; iki buçuk yıl depoların dolup taşmasına yetmişti, yakında dış bahçelerin az kullanılan köşklerinden birini depo olarak tahsis etmekten başka çare kalmayacaktı.
Annesi olacak sümüklünün de tavşan gibi hassas kulakları vardı anlaşılan; çocuk anne der demez duvarın tepesinde bitmişti. Miss Rebecca Sharp’ın kaşları biraz daha çatıldı.
Gupse en sıcak gülümsemesini yüzüne takıştırıp el salladı. “Sen Miss Rebecca’yla bir tecrübe et, minnoşum,” dedi. “Ben buradan seyrederim sizi.”
“Peki,” dedi çocuk usul usul. İtiraz ve şımarıklık bekleyen mürebbiye, şehzadeyi o anda alenen takdir etmemeyi uygun buldu, paltosunun yakasını çekiştirip düzeltirken belli belirsiz sırtını okşadı.
Gupse bahçeye vazife kabilinden birkaç saniye baktıktan sonra gözlerini kar tabakasının divane bir hallacın pamuğunu döv döv kabarttığı bir yorgan gibi örttüğü şehre çevirdi. Kafesli pencereden bakmaya benzemiyordu böylesi. Vapurlara, uzaklarda ıssız bulvarları tırmanıp inen, karınca gibi küçük, tek tük siyah arabalara baktı, baktı, içini çekti.
Aşağıdan yavaş yavaş mızıldanmalar duyuluyordu şimdi. Gupse bir sigara yakıp tellendirmek üzereydi ama canı çok çektiği hâlde erteledi, mırıldandığı bir küfür eşliğinde havaya bıraktı hasretini. “Tutmuyor, Mis Rebeka,” diyordu çocuk. “Hemen ufu... ufalanıyor!” Sinirlenip mürebbiyenin ayak bileğine bir tekme savurdu, sonra da minik elleriyle kadının bacaklarını tokatlamaya başladı.
Allah kahretsin, dedi Gupse içinden. Taş basamakları kayıp düşmekten korkarak indi, arbedeye doğru ilerledi. “Ben devralayım,” dedi mürebbiyeye.
“Ama zaten kar...” diye başladı Miss Sharp fakat Gupse sözünü kesti. “Odanıza gidin. Derhal!”
“Emredersiniz efendim.”
Mürebbiye basamakları çıkıp kaybolunca Gupse oğluna baktı ilk kez. Gözyaşları bekliyordu, sadece öfke gördü. Bu iyiye işaretti. “Gel benimle,” dedi.
“Nereye gidiyoruz? Ben kardan adam yapmak istiyorum. Sonra da yanına bir tane tavşan yaparım kardan. Tavşan belki görür, tekrar gelir.”
“Bırak şimdi tavşanı. Sen insana benzeyen bir şey yapmak istemiyor musun?”
“Evet.”
“Çakılıp kalma öyle, hem konuşup hem yürüyebilirsin.”
“Peki.” Annesi birkaç adım ilerlemişti bile; yetişmek için seğirtti.
“Kar çok yumuşak. Ortasında onu tutacak bir şey lazım. Bak, seni ayakta tutan ne biliyor musun?”
“Hayır.”
“İskelet. Nedir o, biliyor musun?”
“Hayır.” Bir yandan koştururken bir yandan dikkati dağılmaya başlamıştı Murad’ın. Kardan adamdan vazgeçmek üzereydi.
“Sevdiğin bir dondurma var hani, ortası tahta çubuklu.”
Hah, dondurma iyi olurdu şimdi, nedense yazdan beri yediğini hatırlamıyordu. İstemek için ağzını açtı ama annesi hızla ilerliyordu. Bahçenin dip köşelerinden birinde daha önce hatırlamadığı bir kapıyı açıp karanlığa daldılar. Murad dondurmayı şimdilik unutup bütün dikkatini kaybolmamaya verdi. Ağlayıp, bir de üstüne dayak yiyip daha çok ağlamak istemiyordu.
“Bize aynı o çubuk gibi ortada duracak bir şey lazım,” dedi Gupse. “Ondan sonra onun üzerine karı yığmak nispeten kolay.”
Eskiden yüzlerce kadını barındırmış ama sonra kadınlar giderek eksildikçe yarıdan fazlası boş kalmış ya da döküntünün yuvalandığı mekânlara dönüşmüş irili ufaklı odalara bakmadan uzun koridorlardan hızla yürüyordu Gupse. Kendini bildi bileli harem, ahı gitmiş vahı kalmış soluk bir labirentti; içi boş bir kabuk. Yanında oğluyla her ara kapıya vardığında muhafızlar esas duruşa geçiyor, kapıları sihirli bir el açıyor, arkalarından kapatıyordu.
Birçok saray çalışanının tedirgin olmamak için eski adıyla andığı ya da mümkün mertebe adını ağzına almadığı köşkü hareme bitiştiren yan kapıya vardılar. Ziyaretçiye alışık olmayan muhafızlar bir an tereddüt ettiyse de Gupse’nin çatılan kaşlarını görünce yana çekilmeye ikna oldu.
Burası dışarıdan bakınca bitişik iki kasır görünümünde inşa edilmiş, içeriden görünceyse yekpare olduğu anlaşılan, büyük, hele iki buçuk yaşındaki çocuğun gözünde iyiden iyiye büyük, imparatorun kullarının arasında soğan ekmeğe talim etmeyenlerin balo salonuna benzetebileceği bir mekândı. Tam karşılarına gelen duvara, yetişkin bir insan boy ve eninde bir pencere açılmıştı ama perdeleri sıkı sıkıya çekiliydi. Sağlı sollu odalar (saymayı biliyordu küçük Murad; altıya altı karşı karşıyaydı) giriş kapısından hemen içeride başlayıp o büyük pencereye kadar devam ediyordu. Bir de girdikleri kapının üzerinde, tavana yakın bir yere açılmış bir dizi küçük pencere vardı, o pencerelerden giren gün ışığı kısa sürede etkisini kaybediyor, salonu loşluğa boğuyor, duvarlara yılların emeğiyle işlenen süsleri gizliyordu. Odaların dip duvarları tamamen sağırdı; odaları birbirinden ayıran duvarlar da tavana kadar kesintisiz örülmüştü. İki sıra odanın ortasında uzanan geniş koridora bakan cephelerse tamamen duvarsızdı. Yerden tavana demir parmaklık. Dipte küçük birer odacık vardı her odanın içinde, hela olmalıydı bunlar; odaların geriye kalan her köşesi aralıksız teftişe açıktı.
Gupse oğlunun elini tutarak koridorun orta noktasına kadar ilerledi, sonra başını geriye çevirdi. Karanlık bir köşeden kalkıp ikilinin peşine takılan bir hizmetkâr, el pençe divan emir bekliyordu. Yıllarını dizleri üstünde toprağı eşeleyerek geçirmiş ve sırtını bir daha doğrultamamışa benziyordu, kaplumbağamsı. Kıvırcık ak saçları zaptedilemez bir hâldeydi. Üniformasını çıkarıp başından aşağı bir çul geçirse, bir de değnek tutsa rahatlıkla şehrin dilenciler ordusunun içinde göze batmazdı.
“Kaç tane oldu bunlar şimdi, Üveys Ağa?” diye sordu Gupse, adamın pasaklı görüntüsünden irkildiğini saklamaya gerek duymadan.
“On bir, kadınefendi. Bir oda boştur.” İnsan seslerini duyan birkaç kafes sakini yavaş yavaş inlemeye başlayınca Üveys başını çevirip kastrato sesini sertleştirmeye çalışarak, “Kesin!” diye bağırdı, sonra gülümseyerek tekrar Gupse’ye doğru döndü, yeni bir soru yöneltilmesini bekledi.
“Annesi geçenlerde Hakkın rahmetine kavuşan bir tane vardı, galiba üç dört yaşında...”
“Doğrudur efendim. Annesi gözden düşmüştü çoktan, o sebeple, bir de elbette yaşı itibarıyla çocuk ekberiyette en arkadadır zannımca. Tabii ki en doğrusunu Hünkârım bilir.”
Gupse sessizce başını salladı. “Tabii ki o bilir,” dedi kurumlu bir ses tonuyla. Hizmetkârın demediği ama belki de aklından geçirdiği, kadınefendinin eline yapışmış olan şehzadenin yaşça daha da küçük olduğuydu ama işin içine ikbal girdiğinde denklem değişiyordu. Onu veliaht yapan tek şey sensin kızım, diye içinden geçirdi Gupse. Sakın ola yolunu şaşırmayasın. Hasekisin. “Kimse arayıp sormaz buncağızı o zaman,” diye devam etti gözlerini Üveys Ağa’dan ayırmadan. “Ben alacağım. Belki geri getiririm, belki getirmem.”
“Siz bilirsiniz efendim,” diye mırıldandı hizmetkâr, belindeki keseden çıkardığı anahtarla kafeslerden birine yollanırken.
O biraz uzaklaşınca küçük Murad’ın ürkek sessizliği sona erdi. “Anneciğim,” diye fısıldadı, “kim bunlar?”
“Bunlar... Bunların çoğu senin kardeşin evladım.” Hemen ardından da ekledi: “Ama hiçbirinin annesi ben değilim.”
“Peki, biz burada ne yapıyoruz?”
“Kardan adamın karları dökülmesin diye bir iskelet arıyoruz ya. Buraya onu almaya geldik.”
Sözün burasında aralarına bir gölge düştü. Ruh gibi sessiz hareket eden adam kucağında Murad’ın boyuna posuna oldukça yakın bir çocukla önlerine dikilmişti. Çocuğun sesi çıkmıyor, bir kadına, bir onun eline yapışmış akranına bakıyordu.
“Ama üşümez mi bu çocuk?” dedi Murad, kısa bir sessizliğin ardından.
ጵጵጵ
Yataktaydılar. Yaşayan kimsenin hatırlamadığı bir tarihte çarşının girişindeki küçük, sırtını yamaca yaslamış Bizans kalıntısını dükkâna dönüştüren kimdiyse, arka duvarını kazara yıkınca beklemediği bir boşluk bulmuş, o boşluğun içine yıllar boyu dolmuş toz toprağı temizleyerek bu tek göz odayı oluşturmuştu. O temizlik sırasında tavanı oluşturan, mahallelinin kim bilir kaç yıl ilgi göstermeden önünden geçtiği kümbeti ayakta tutan minik kubbe, o kubbenin de birer birer kırılıp toprağı içeri davet eden kırık pencerecikleri ortaya çıkmış olmalıydı. Belki de ana kalıntı bir asilzadenin evi, tarihin tortusunun sakladığı oda da şahsına mahsus bir hamamdı; Bizans’ta hamam denen bir şey vardıysa elbette. Belki de yamaç sokak açmak için tıraşlanmadan önce toprak o zamanlar daha yüksekteydi ve burası bir sarnıçtı. Bütün bunları ne Eyasu merak etmişti ne de İfe.
Dükkânın dip köşelerinden birinde paravan arkasında gizlenen kapıyla geçilen odanın zemini dükkâna göre biraz daha alçaktı, böylece tavan olduğundan da yüksek görünüyor, odayı ferahlatıyor, günlerini burada geçireni de, ziyaret edeni de rahatlatıyordu. Tüm kalın duvarlı, toprağa yarı gömülü taş binalar gibi yazları içi çok serindi; şu ansa dışarının soğuğunu katlıyordu. İki kat battaniye yetmediği için birbirlerine iyice sokulmuşlardı.
İfe burada nispeten huzur buluyordu, bunu doğrudan Eyasu’ya bağlayamasa da. Gerçi Eyasu’dan dişe dokunur bir şikâyeti yok gibiydi; gün boyu kaşları çatık bakır dövmekten pazıları şişmiş ama çekicini bir kenara koyduğunda munisliğin timsali hâline gelen bu adamdan şikâyeti olmaması gerektiğini düşünüyordu mantığa vurduğunda. Yine de...
İçinden böyle “Yine de...” diye başladığında boş veriyordu her seferinde.
Eyasu şimdi çıkıp gitse ve bütün gün dönmese işte burası, bu kadarcık yer, kendisiyle baş başa kalabileceği bir mekân, bütün istediği buydu. Hani kaba kaçmayacağını bilse, bir gelişinde Eyasu’ya, “Seni gördüğüme sevindim, aşkımsın, ama ne olur biraz kaybol,” deyiverecekti. Belki de burasıydı meselenin püf noktası. Kurcalamaya çekiniyordu.
Sevgilisinin saçlarını okşadı.
“Hmmm,” diye yarı uykulu bir ses çıkardı Eyasu. Dalmak üzereydi. “Gidiyor musun?”
“Yok, daha vakit var. Âdem en az üç saat içer, gelmez eve.”
“Bünyesi içkiye iyi dayanıyor, biliyor musun? Böyle her gün, her gün. Bir gün kaykılıp kalacak. Yaşlı adam.”
“Kırk üç olmadı daha. Daha bir ömür çekeceğim, eminim. Üstelik yaşlılığında da bakmam icap edecek.”
“Yaşlı o şimdiden, yaşlı. Baban olacak yaşta. Yirmi senelik fark yakışıksız...” Uykusunda sayıklar gibiydi sesi ama İfe artık Eyasu’nun dalamayacağını biliyordu. İyice uyandırmak için, “Sen de benim büyüğümsün ama!” dedi.
Gerçekten de İfe’nin beş yaş “büyüğü” olmasına rağmen otuzundan gün almamış olan Eyasu, dirseği üzerinde doğruldu, önce kaşlarını çattı ama İfe’nin muzip yüz ifadesini görünce güldü.
“Bırak şu herifi düşünmeyi ne olur,” dedi, “şurada kaç dakika beraber olabiliyoruz her hafta Allah aşkına.”
Bir süre daha sessiz kaldılar. İfe, kubbenin kavsine ustaca oturtulmuş, odanın tek gün ışığı kaynağı olan küçük kirli pencerelere bakıyordu. Kar tanelerinin camlara çıt çıt vurması onun da uykusunu getirmişti. Geceyi burada geçirebilse kendini bırakacaktı. Yan dönüp vücudunu Eyasu’nun çıplak bedenine iyice bastırdı, Eyasu da kollarını açtı, kalçasını geri çekerek İfe’yi sıkıca sarmaladı. Gözkapakları düştü yine.
Gramofonda İfe’nin daha önce dinlemediği bir blues albümü ilk yüzünün sonuna gelmek üzereydi. İçini çekti. Birden irkildi. “Sokağa çıkma yasağı kaçta başlıyor?”
“Bugün cumartesi, hatırlasana. Cuma-cumartesi tatil. Ben niye erken kapattım?”
“Hüff! Ödüm koptu. Doğru ya, elektrik de normalde bu kadar erken verilmezdi. Neyse, o zaman vaktim var. Âdem mümkün değil on bir buçuktan evvel meyhaneden çıkmaz.” Nabzının normale dönmesini bekledi. “Ben öyle feryat ettiğimde uyumuyordun, değil mi Eyasu?”
“Uyumuyorum sevgilim, sen konuş.”
“Bu işte bir gariplik yok mu sence?”
“Zina garipse doğru, ama böyle garabete canım kurban.” İfe’nin sırtını öptü.
“Onu demiyorum. Az önce sormuştum ama sen duymadın herhalde. Birbirimizle onların dilini konuşuyoruz ya, garip olan o. Şu yatakta üçüncü bir kişi var gibi. Bize Habeş diyenlerin dili.”
“Ağızları çarpılsın. Köleymişiz gibi.”
“Hoş, Etiyopya desen, o da Rumca, ‘yanık surat’ mı ne demek, öyle berbat bir laf, ne diye alıp bağrımıza bastıysak. Belki de Eritreliydi ailem, bilemiyorum ki. Her neyse, mesele atalarımızın çıktığı yere ne deneceği değil, geldiğimiz yerde ağzımızdan ne çıkacağı, biz bizeyken hiç olmazsa.”
“Onların dili derken...” Eyasu dirseği üzerinde doğrulmuştu yine, İfe’nin yüzünü görmeye çalıştı. “İkimiz de burada doğup büyümedik mi? Nasıl onlarınsa, bizim de dilimiz. Ben annemden babamdan Amharca öğrendim ama senin o imkânın olmadı. Nece konuşacağız peki? İşaret diliyle mi anlaşalım?”
İfe de doğrulmuştu şimdi. “Bazen olacak şey değil diyorum, bu yaşta, ama ben de öğreneyim diyorum. Güç olsun, çok geç olmasın. Beni destekler misin?”
“Destek... Ne demek, tabii desteklerim, soru mu bu şimdi. Yalnız öğretmemi istiyorsan o kadar vaktimiz yok birlikte. Yani açıkçası...”
“Vakit yok, öyle mi?”
“Öyle demek istemedim.”
“Destek benim bu işi kıvırabileceğime inanmak demek oluyor en başta. Ben öğrenmeye gayret ederken telaffuzumla alay etme filan demeyeceğim. Hatta iyi olur; umursamamandan, beyhude diye kesip atmandan iyidir.”
“Aman, İfe!” İfe’nin gözlerinin dolduğunu fark edince şaşaladı Eyasu, tutmak için loş ışıkta elini aradı.
“Koca kıtada sömürge olmamak için en uzun süre mukavemet eden yer bizim anavatanımız ama şu hâlimize bak. Habeş’miş; derler tabii, hâlâ köle veriyoruz bu ülkeye.”
“Başka ülkelerden de var,” diye mırıldandı Eyasu. “Eski aleni köle ticareti kalmadı, o kadarına cesaret edemiyorlar ama kaçırılan kızlar gırla, doğru. Avrat Pazarı diye semt bile vardı eskiden, hesapta kalktı, Avrupa baskısı şu bu. Şimdi oteller, sur dipleri... Bu çarşıda bile ara bulursun bir mahzen, bir tavan arası. Özel kulüp gibi parolayla girilen.”
“Kendi kızını satan aileler var, ona ifrit oluyorum.”
“Kandırılıyorlar. Kim bilir ne yalanlar uyduruyor tacirler.”
“Dünya bütün bunlara nasıl izin veriyor, anlamıyorum.
Adına enstitü deseler de harem var, saraya kızlar gidiyor yahu, insaf.”
“Güney Afrika’ya da göz yumulmuyor mu, İfe? Kimin umurunda? Bu imparatorluğun Arap vilayetlerinden dünyaya petrol aktığı müddetçe hiçbir şey değişmez.”
İfe yavaşça elini çekti Eyasu’dan, sırtüstü uzandı, gözünü tavana dikti. “Lumumba gibileri bizler artık esir olmayalım diye öldü; biz oynaştayız.”
“Oynaşta değiliz.” Sesinin tonuna hâkim olmaya çalışıyordu. “Seni seviyorum, sen de beni. Burası, bu beraberliğimiz, kutsal. Kanun izin verse hemen yarın boşanırsın, bu çile de biter. Öyle değil mi? Ne yapayım, militan mı olayım, canımı mı vereyim?”
İfe başını çevirip Eyasu’nun gözlerini buldu, birkaç saniye baktı. “İstediğim...” diye başladı, sonunu getiremedi, yutkundu, düşüncelerini toparlamaya çalıştı. “Evde durumum malum. Onun üzerine buraya gelip, burada da kafamı kurcalayan şeyleri konuşamamaktan yoruldum. Cevabı olmayan sualler bunlar aslında ama bilmek mümkün olmasa da sormak bile bir şey. Sense bildiğin hâlde hiç anlatmadın bana çocukluğunu, aileni. İçinden çıktığın toplulukla bu kadar alakasız olman –gerçi senin bileceğin iş– bir kapı aralardı bana, biraz olsun.”
“İçindeki boşluğu doldurmaya çalışıyorsun sevgilim, anlıyorum, ama...”
“Ama sana yük bindirmiş oluyorum bunu yaparken. Söyle açıkça.”
“Yük filan değilsin ama pek rahat konuşabildiğim bir konu değil bu.”
“Annenle ilgili iki satır laf ettiydin bir gün. Bir de onun babası...”
“Başka zaman, İfeciğim.” Eyasu dudaklarını ısırıyordu. “Lütfen. Nihayetinde insanız işte. Bayrağın kumaşı mukaddes olabilir ama sopası kalındır, acıtır.”
“Mesele o değil ki; onda hemfikiriz.”
Eyasu susuyordu. İfe üstelemedi. Birkaç saniye bekledi, sonra umudunu kesti Eyasu’nun ağzından birkaç kelime daha duymaktan.
Tam içinde bir şeyler kopma noktasına gelmişti ki, Eyasu beklemediği bir can simidi attı: “Sen üç yaşındaydın, değil mi, evlatlık verildiğinde.”
“O kadar yoktum galiba,” dedi, bezgin bir sesle. “Âdem bir gün bile sormadı bana, biliyor musun? Nerelisin, anan baban nereden geldi, necidir? Merak bile etmedi. Renk körü mübarek.”
“Ne soracak; hepsine Arap der geçer zaten o.”
“Öyle,” dedi İfe, başını sallayarak. Âdem’i çekiştirerek daha da gerilmek istemiyordu. Göz ucuyla Eyasu’ya baktı. Hatırladıklarını Eyasu’ya anlatmıştı tanıştıktan bir hafta geçmeden, bu odada, bu yatakta.
“İkinci Cihan Harbi yeni bitmiş, yani beş yıl olmuş, olmamış. Beni evlat edindikleri yılı 1949 diye hatırlıyorum. Müslüman aileye beni veren kilise öyle kaydetmiş.”
“Kilise seni Müslüman aileye...”
“E, ne yapsınlar. Hangi memleketteyiz?”
“İki-iki buçuk yaşındasın o zaman.”
“Beni büyüten aileme hep sordum o günü, binayı filan tarif etmelerini istedim ama orasını hiç hatırlamıyorlar onlar da. Kayıtlarda beni doğuran annemin ismi varmış, babam kayıtlı mıymış hiç haberim yok; ama zaten o kayıtları da şimdi ara ki bulasın.”
Bir daha mı anlatsaydı bunları?
“Annem, yeni annem yani, nüfusta ismimi değiştirmeye mecbur olmuştu hâliyle; Müslüman adı verdiler, Kuran’da bulabildikleri en beyaz ismi koydular ama asıl adımı da unutmamam için sık sık tembihledi annem. Onu yaptı hiç olmazsa ama işte o kadar.”
Her gelişinde konuşacak şeyler azalıyordu aslında. Geçmişten konuşmama ısrarı belki anlaşılır şeydi ama uzun süredir bugünle de, gelecekle de ilgili söyleyecek fazla sözü olmayan kapalı bir kutunun kapağını bir süredir zorladığının farkına varıyordu İfe, iç karartan bir bezginlikle.
“Beni aldıkları günü de sordukça sabırla anlatırdı. Dikkatlerini çekmişim; boyun kadar saçların vardı, kabarık, derdi. Pazarlık ettiler mi, kaça aldılar, bağış mı yaptılar, bak onu anlatmazdı annem. Zaten babam, daha o zaman ağır hastaydı diye düşünüyorum, bir iki saat ayakta gezinebiliyordu ama zayıflıyordu sürekli, hastaydı. Bence olacağı tahmin etmişler; kadın, yani annem, yalnız kalmasın diye bir kız çocuk arıyorlardı.”
“Annen de hayatta değil, öyle değil mi?”
“O da sağlıksızdı. On üç sene dayandı. Fazla seven, okşayan bir anne olmadı ama mahallenin çocukları saçımla başımla alay ettikçe hüzünlenir, çeker içeri alırdı, oturup oynardı benimle, çabuk yorulmasına rağmen. Dersimi çalıştırırdı, ne ihtiyacım varsa karşılardı; kocasının emekli maaşını bir şekilde yettirirdi her şeye. Lüksümüz yoktu ama aç açık komazdı. İstemeye istemeye çırak verdi beni çok darda kalınca. Ama Kapalıçarşı’nın tek kadın vazo boyama ustasını buldu, başıma bir şey gelmesin diye. Son günlerinde kifayetsiz kalmaya başladığında rolleri değiştik, ona da zor razı oldu. Kalkar, o hâliyle çay yapmaya yeltenirdi.”
Bir an susmuştu o gün, gözlerini silmişti.
“Annem ölünce teyzem sordu soruşturdu, tanıdıkları vasıtasıyla Âdem hayvanını buldu, beni everdi. Bari kendime geleyim diye bir ay bile tahammül edemedi bana. Anamın kardeşi demeye bin şahit ister. O sağ, ama yüzüne bakmam.”
Ne zaman tekrar uzandıklarını hatırlamıyordu. Ensesinde Eyasu’nun düzenli üfleyen nefesiyle uyandı. Yavaşça yataktan sıyrıldı, sessizce giyinip karanlığın içine süzüldü.
ጵጵጵ
Minyatür kardan adamın titremeleri önce azar ve tehditlerin etkisiyle seyrekleşmiş, nihayet çocuk şuurunu kaybetme raddesine yaklaştıkça kendiliğinden durma noktasına gelmişti.
“Yığ karları Muradcığım, yığ çabucak. Daha ne kadar ayakta durabilir, bilmiyorum. Ondan sonra bu havucu ağzına tıkıp seninle birlikte bir fotoğrafını çekelim.”
Murad, kendinden birkaç santim daha uzun boylu olan şehzadenin boyun hizasındaki gediğe elindeki kar öbeğini tıktıktan sonra ellerinden karı silkeledi, koltuk altlarında sıkıştırdı. Nefes nefeseydi. “Ellerim de üşüdü,” dedi annesine. “Sen, ‘Onun da hoşuna gider,’ dedin ama hiç gülmedi. Bi kere bile ses etmedi.”
“Gıkını çıkarırsa başına gelecekleri biliyor da ondan.”
“Dayanır dedin ama bence çok üşüdü bu anne!”
“Murad...”
“Ben de sıkıldım.”
“E, ne yapalım şimdi? İstemiyor musun kardan adamını? Fotoğrafın çekilsin istemiyor musun? Ne yapayım şimdi bunu ben, çöplüğe mi atayım?”
Murad uzanıp çocuğun üzerine ikinci bir kat elbise gibi yığılıp katılaşmış kar katmanının bir köşesinden tuttu, plaka gibi bir parça kopup düştü. Annesine döndü. “Yarıda bırakalım,” dedi. “Nefes alıyo hâlâ. Bana yardım et de temizleyelim üstünü başını. Benim olsun bu; her cins oyuncağım var ama böyle bi şeyim yok. Ablalarımın bebeği var, benim yok.”
“Erkek çocuk bebekle oynamaz, Murad!”
“Arkadaşım olsun o zaman.”
Çattık, dedi Gupse içinden.
© Aziz Gökdemir, 2023
© İthaki, 2023
Kar tavşanı fotoğrafı: "Snowshoe hare," U.S. National Park Service, Tim Rains via Flickr , Creative Commons 2.0