☰ İMPARATORA VEDA (İçindekiler)

Birinci Kısım

 

1967

Zuhur

Ekibin en genç elemanının belli etmemeye çalışarak açık kapıdan dışarı süzüldüğünü gören başhemşire, dikkati başka yere odaklanmış olan doktora yan gözle bakıp hemşirenin peşinden seğirtti, ılık rüzgârın nazlı nazlı dalgalandırdığı tül perdeleri hışımla yararak terasa çıktı.

“Iona Hemşire! Iona McLeish! Zülüflerini yolduğum. Iona!”

Iona sigarayı tellendirmişti bile. Paketi uzattı. “Canınız çektiyse buyurun, Başhemşire Ainsley.”

“Tanrı aşkına, kendinizi baloya gelmiş mi zannettiniz? Söndürün o sigarayı da içeri gelin çabuk.”

“Daha yedi santim dilatasyonda bile değiliz, kasılmalar da dört dakikada bir. Birer sigara içecek vaktimiz var, kıyametin son evresi başlamadan. Sinirleriniz harap olmadı mı kaç saattir içeride sizin de? Tellendirin hadi bir tane, iyi gelir.”

Başhemşire Ainsley birkaç saniye tereddüt ettikten sonra çatık kaşlarını yumuşatmadan paketten bir sigara çekip aldı, yine sert bir hareketle astının dudağından yanık sigarayı kapıp kendininkini yaktı. Derin bir nefes çekti. “Nasıl da özlemişim şu mereti,” diye söylendi, keyifle dumanı üflerken.

Iona sırıttı. Rüzgâr bütün gün güneşi emen taşları biraz serinlettiği için nispeten ferahtı durdukları yer. Ama aynı rüzgâr terasın kenarında daha şiddetli estiği için sigaralarının dumanını hemen alıp götürüyor, iki kadına abla kardeş görüntüsü veren kıvırcık kızıl saçlarını yüzlerine doğru savuruyordu. Rahat rahat içebilmek için yüzlerini rüzgâra verdiler; sigaralar çabuk bitecekti ama başka çare yoktu. Akşam güneşinde saçlarının etrafında alev gibi parlayan halelerle, beyaz üniformalarıyla, Sarayburnu’na kuzeyden yaklaşacak gemileri uyarmak için terasa kondurulmuş iki küçük deniz fenerine benziyorlardı.

“Beş dakika,” diye uyardı başhemşire. “Sonra içeri giriyoruz.”

“Peki,” dedi Iona. “Manzaranın tadını çıkaralım bari. Bayılırım güneşin alçaldığı saatlere.”

Başhemşire gözlerini kısıp ayaklarının altına serili şehre baktı. “Edinbra’nın* eline su dökemez,” dedi sonunda.

“Gerçekten öyle mi düşünüyorsunuz? Minareler, kubbeler, cumbalı evler, deniz, fındıkkabuğu gibi inip çıkan kayıklar, şu muhteşem ışık!”

Başhemşire omuz silkti. “Akşam güneşi her şeyi güzel gösterir. Beyimin pörsümüş kıçına vursa Sean Connery’nin suratı sanırsın. Ama burayı çok bozmuşlar. Hiçbir bina aynı boyda değil. Ahşap, beton, en pespaye metaller, hepsi yan yana, iç içe. Hele o sağır duvarlar...”

“Eklektik işte,” dedi Iona, gülerek.

“Evet. Sahildeki eski taş binanın yanına kondurdukları biçimsiz beton, bakır sülfat mavisi münasebetsizlik, yanındaki yassı camlı, alüminyum teraslı ucube, gerçekten fena hâlde eklektik. Sen geçen gün bir kitap okuyordun, öğrendin mi biraz? Mesela şu kule neyin nesi?”

“Kaç aydır merak etmediniz mi?”

“Ne merak edeceğim, gün sayıyorum bitsin bu çile diye.”

“Hem de sigarasız; işiniz zor. Cenevizlilerin kulesi o.”

“Güzel yapmışlar. Tepesi kemerli koca beyaz bina hastane mi?”

“Muradlı Bankası.”

“Tabii ya, benim bankam olacak değil ya. Demek sarayda yer bulamamış, kasasını karşı kıyıya taşıtmış efendimiz. Peki, şu sağdaki, yamaca oturmuş sarı dev? Hani ilkokulun bahçesinde talebeler teneffüse çıktıkları vakit oradan geçiyorsan gözüne çarpar, diğerlerinin iki misli, hem dobiş hem uzun boylu bir, ama tek bir çocuk olur mutlaka, bu da öyle duruyor diğer evlerin ortasında.”

“İnanmayacaksınız ama Victoria Apartmanı.”

Başhemşire tiksintiyle başını salladı. “Canına yandığımın Kraliçesi. Kaç yüz yıldır tepemize çöktüğü yetmiyormuş gibi yurtdışında da bizi takip ediyor! Her neyse, ayrı ayrı bazı binalar hoş belki, ama etrafındaki çirkinlikleri göz ardı edeceksin mecbur. Birtakım küçük evler de gerçekten güzel. Gerisi, ehh...”

“Yolcu vapurlarını unuttunuz.”

“Elbette. İskoçya’dan çıkma demiştin, değil mi? Elbette güzel olacak, Iona!”

Birlikte güldüler. Sigaraları bitmiş, molanın sonu gelmişti. İzmaritleri koyacak bir tabla bulamadıklarından taşa bastırıp iyice ezdikten sonra mendile sarıp pakete tıkıştırdılar.

“Gerçeküstü bir yerdeyiz, Iona. Karşımızda Kraliçe Victoria, önümüzde İskoç vapurları, arkamızda da...” –imparatorun karısının doğum yapması için boşaltıp tam teşekküllü nisaiye kliniğine çevirdiği, kemerli, kubbeli, pencereleri geometrik desenli kafeslerle örülü binayı işaret etti eliyle– “... hangi akla hizmet bu adı verdilerse, Bağdat Köşkü!”

Tam o anda içeriden canhıraş bir kadın çığlığı yükseldi, günbatımının dingin havasını bıçak gibi kesti. Hemen ardından Doktor Ferguson’ın hırıltılı sesiyle yağdırdığı emirler duyuldu.

“Hadi bakalım,” dedi başhemşire. “Eğlence başlıyor.”

ሟሟሟ

Geberesice.

“İyi misin, bacım? Birden çakılıp kaldın sanki. Düşeceksin sandım.”

Gerçekten de sokağın ortasında heykel gibi durmuştu İfe. Düşüncelerinden sıyrıldı, donuk bir ifadeyle adamı süzdü. Eski tip yumuşak pabuçlar, potur, kuşak, Avrupai ceket, iki günlük sakal, yana yatmış fes; Şişhane’de kaval dükkânın mı var efendi, diye sorası geldi bir an ama terbiyesi refleksine galip geldi, hatta içinden kendini azarladı, adamın kılık kıyafetine takıldığı için. Gerçekten sıhhatini merak ediyormuş gibi bakan gözlerde gizlenen saldırganlık, bir açlık varsa onu sezmeye çalıştı, göremedi, yine de tedbiri elden bırakmak istemedi. “Eksik olmayınız, beyim,” dedi. “Biraz durmam icap etti, o kadar.” Elindeki fileyi kaldırdı göstermek için, sonra da hemen pişman oldu, adam evine kadar taşımayı teklif eder diye.

Ama öyle bir niyeti yoktu anlaşılan; müsaade isteyen birinin edasıyla fesini düzeltti, uzaklaşmaya başlarken başını kibarca önüne eğip, “Murad’ınıza eresiniz,” dedi.

“Murad daima sizinle olsun,” diye cevapladı İfe, çabucak. Adam, bahçesinde on yedi dede sallandırıldığından beri kapıları kapalı duran Galata Mevlevihanesi’nin duvarının dibinden yürüyüp gitti. İfe adamın arkasından baktı, yollarının kesişmeyeceğine emin olmak için; ancak ondan sonra devam etti.

İfe Yüksekkaldırım’da önüne bakarak yürüyen sessiz kalabalığın içine dalınca, Tünel’den hareket eden tramvayın tiz çanı, yokuşun başındaki müzik aleti satan dükkânlardan birinin kapısında genç bir adamın gitarıyla tıngırdattığı melodi, karşı dükkândan onu bastırmaya çalışan Beatles plağının sonundaki pes perde akor, hepsi yavaş yavaş geride kaldı. Plağın son saniyelerine köpeklere muziplik olsun diye eklenen yüksek frekanslı ses, sokağın dört ayaklı kocaman sakinlerini huzursuz etti, pinekledikleri dükkân önlerinden kalkıp başka yere yollandılar.

Yolu uzun değildi İfe’nin. Birkaç dakika yokuş indikten sonra sol kaldırıma geçip sokağına saptı. Az ileride sağda sokağın en alımlısı, mercimek sarısı renkli apartman, sevimli bir kedi görmüşçesine yumuşattı yüz hatlarını. Yamacın en sarp yerine o doğmadan çok, çok önce inşa edilmiş bu binayı seviyordu. Vapurda Karaköy’e yaklaşırken bazen sağında solunda oturanlar elleriyle gösterirler, tarihi apartmanın azametli cüssesini vakur duruşuyla, oya gibi işlenmiş cephesiyle dengeleyişini överlerdi bu kelimeleri kullanmadan. U biçimli binanın iki kanadını denizi kucaklamak ister gibi uzanan kollara benzetirdi İfe, bazen çevresindekilere dönüp, “Ben o apartmanda oturuyorum,” dememek için kendini zor tutardı.

Güneş o saatte kaldırımlara artık pek ilişemese de nem, ter içinde bırakmıştı İfe’yi, apartmanın kapısına ulaştığında. Yıllardır işlemeyen asansörün çevresini dolanan merdiveni altıncı kata kadar oflaya puflaya tırmandı, çatı katına tırmanan merdivenin önünde bir an durdu. Bir kat daha çıkması gerekiyordu kirada oturduğu dairenin kapısından adım atabilmek için. Aşağıdan bakınca kolay gözükmeyen bu alçak tavanlı çatı katı, bina ilk yapıldığında hizmetçilerin odalarına ayrılmış, sonradan birkaçı birleştirilip küçük dairelere dönüştürülmüştü. Bir an yarım asır önce o odalarda kalan kadınlardan biriyle bodrumdaki kapıcının hayatını bir araya getirdi hayalinde; “Ne güzel kondisyon yaparlardı ilişkileri sürdüğü müddetçe,” diye söylendi, güldü.

Sahanlığın penceresi açıktı, püfür püfür esiyordu. Orada öylece uzun süre durabilirdi ama bir yandan da nemden deli deniz gibi kabaran kıvırcık saçlarını ıslatıp zaptetmek için sabırsızlanıyordu; daha tam soluklanamamış olmasına rağmen dar merdiveni tırmanmaya zorladı kendisini.

Dairenin kapısını kapattıktan sonra bir an durdu. Ev günün uzun saatlerinin sıcağını emmişti, hamam gibiydi, ama sığınaktı işte, hele yalnızken. Mutfağa girdi. Filenin içindekileri tel dolaba yerleştirirken bir yandan söyleniyordu. “‘İyi misin bacım’mış. Angut. Sana nasıl anlatayım kocamı gebertmem gerektiğine aniden kanaat getirdim diye.”

Başını soğuk suyun altına sokup rahatladı.

Yemek hazırlamak için henüz erken olduğuna karar verdi. Teri biraz kurumuştu; başka namzet olmadığı için salon vazifesi gören küçük ön odayla yatak odasının pencerelerini karşılıklı açtı, iskemlenin birini özenle cereyan hattına yerleştirdi, yanına da küçük bir sehpa koyduktan sonra kahve pişirmeye koyuldu. Kakuleyi es geçti (Eyasu’yu en az bir hafta göremeyecekti, yok yere azmak istemiyordu), onun yerine sedefotunu boca etti. Kocasını kâh yorgunluk kâh muayyen günüm diye birkaç gündür başarıyla gemleyebilmişti ama kafasında yaptığı hesap doğruysa gerçekten eli kulağındaydı ağrılarının; ona derman olmakta da sedefotu gibisi yoktu.

Kahveden aldığı ilk yudum onu binlerce kilometre öteye taşıdı. Şu hâlime bak, diye düşündü, doğma büyüme buralıyım, ama bu da böyle bir his, önünü almak mümkün değil.

Bir yandan da anne bellediği kadının “Kahve yalnız içilmez,” deyişini hatırlıyor, kahvenin tadı daha buruklaşıyordu. Anasının kinayeli yüz ifadesini zihninden defetti, inadına okkalı bir yudum aldı. Sonra da düşündü: Ne bilsindi o kadın kakuleyi, mahallede sonraları en çok Asmaralılardan duyduğu yalnız içmeme düsturunu? Üç fincan kahve içmeyi, bunların sırayla adları olan avel, kalay ve bereketi de mahalledeki Eritreli Tigraylardan mı duymuştu, yoksa bunların hepsi en son iki yaşında gördüğünü tahmin ettiği gerçek anacığından kalma yegâne anılar yumağı mıydı? Bilemiyordu.

Oturduğu noktanın tam karşısına gelen, mütevazı boyutlar içine hapsedilmiş pencereyi deniz neredeyse tamamen dolduruyordu ama İfe misafirleri –gerçi nadirdi misafir geldiği– abartılı edalarla dudak ısırtmaya iten bu maviliği kanıksamıştı. Birkaç dakika donuk kaldı gözleri, sonra zihninde itişip kakışan düşüncelerden sıyrıldı, “Hayvanı geberteceğim de ne olacak,” diye mırıldandı. “Beni asarlar; ne geçti elime o zaman? Yakalanmayacağıma emin olsam! Zehir belki, günler sonra tesir eden cinsten. Ama onu da nasıl alacaksın, ihbar edilmeden...” Ağzından dökülen kelimelerin odanın karanlık bir köşesine doğru yuvarlanıp bir süre sonra da buharlaşıp havalandığını hayal etti, yüzünü buruk bir gülümsemeyle tavana çevirdi. Tam tepelerinde yıllardır biriken kir, artık gözle görülür hâle gelmiş tortu, yalnız geçirilen saatlerde, kimi zaman da kavgalar esnasında savrulup duvarlardan seken, çıkış bulamayan ilençlerin, küfürlerin bıraktığı izden başka ne olabilirdi?

Gözlerini kırpıştırdı, pencerenin çerçevelediği manzaranın bir köşesini işgal eden saray, bütün ihtişamıyla netleşti.

ሟሟሟ

İskoç doktor sağa sola emir yağdırıyordu. Bir yandan kallavi bir mükâfatla cezbedildiği, neredeyse üç ayı bulan bir esarete dönüşmüş bu görevin sonu yaklaştığı için zaptı güç bir sevinçle doluydu; öte yandan doğum sırasında işlerin ters gitmesi hâlinde –hele, maazallah, genç anne adayının, hele hele doğacak taht namzedinin ölmesi gibi bir felaket vuku bulursa– kendisinin ve ekibinin başına neler gelebileceğini düşünmek bile istemiyordu.

Boş zamanlarında lügat karıştırmayı âdet edinmişti teklif edilen muazzam ücrete hayır demeyi beceremeyip geldiği bu acayip ülkede; şimdi “meczup”la “cezbe”nin aynı kökten geldiğini hatırladı. Gerçekten de deliyim ben, diye düşündü. Ne halt ettim de buraya bulaştım; Pavarotti’yi beğenmeyip operasından atan bir ülkede benim güvercin pisliği kadar bile değerim yok!

İmparatorluğun en kudretli kişilerinden biri hâline gelmesi elle tutacak kadar yaklaşmış, ne pahasına olursa olsun bu maratonu tamamlama azmi yüzünden açıkça okunan gencecik gözdeye baktı Doktor Ferguson (hoş, belki de doğum öncesinin doğal ve korkunç acılarıydı kadının yüzünü böylesine kasıp geren; engin bilgisine rağmen erkek doktorun bu konuda doğrudan tecrübesi elbette yoktu, olamazdı). Sonra da müstakbel hasekinin merkezinde yattığı geniş odanın çeperine doğru güneşin ışık huzmeleri gibi yayılan yastıklara; tedirgin bir edayla kasılmaların sıklaşmasını ve doktorun emirlerini bekleyen, maskelerinden ter damlayan hemşirelere; ta Glasgow’dan buraya –kirası bir yana– sadece nakliyesi bir sömürge kasabasını aylarca doyurabilecek buğday ve büyükbaş hayvan bedeline yaklaşan yeni devasa icada, sonografa baktı. İroniyi hiç aklına getirmeden, önce Bakire Meryem’e, sonra da Aziz Andrew’a kısa birer dua okudu. “İtmeye hazır mısınız, hanımefendi?” diye yalvarırcasına sordu.

Kadının –kız mı demeliydi yoksa, bilemedi; gencecikti yavrucak– nefes alıp verişi sıklaşmıştı, kelimelerle vakit harcamak istemediğinden başını şiddetle öne arkaya sallamakla yetindi.

Odada sadece beş kişiydiler, kızın etrafında. Uzun dil dökmeler sonucu nedimeler, yelpazeciler ve bilumum harem çalışanı –ebe dahil– kapı dışarı edilmiş, nihayet doktorun sergilediği muazzam cesaret ve dirayet sayesinde –odadaki diğer tek erkek– padişah hazretleri çıkmaya ikna edilmişti. Hiddetini saklamaya gerek görmeyen imparator buna ancak annesinin daimi nezaretinin temini şartıyla razı olmuş, yine de hışımla odayı terk ederken “kefere” diye başlayıp ton ve derecesi yükselen aşağılayıcı kelimelerle devam etmişti.

Anne adayını eğlendirsin, en azından dikkatini dağıtsın diye bulundurulan ama bir süredir sessiz duran cüceyi saymıyordu doktor. Hadi saydık diyelim, diye düşündü, şu an burada taşaklarını mengeneye kaptırmamış tek erkek benim; kazasız belasız bu iş bitse de o statüyü korusam, rahata ereceğim...

Hemşirelerden biri bebeğin kafasının belirmeye yüz tuttuğunu bildirdi, yutkundu. Doktor Ferguson’ın aklı kanatlanmış, kaçmaya çalışıyordu. Çömelmiş beklerken takılmış plak gibi, “Nice and easy, nice and easy,” diye mırıldandığını fark edip sustu. Ellerinin titremesininse önünü alamıyordu. Bunu fark eden başhemşire, sterilizasyonu zedelememeye özen göstererek dirseğiyle doktoru yavaşça itti, açılmış bacakların arasını tam ortalayıp komutayı ele aldı. “On beş dakikayı bulmaz bu iş,” diye odaya güvenle duyurduktan sonra talihine acıdığına belli etmemeye çalıştığı kızcağızın elini dostça kavradı. “Nev... Nevba... Matmazel,” dedi nihayet (Nevbahar’a dili dönmüyordu bir türlü, aylar sonra dahi), “biraz daha sabır. Az kaldı.”

“Bana onların verdiği isim o!” diye haykırmak istedi Gupse bir an. “Unutmadım adımı!” Ama keskin bir sancı nefesini kesti. Nefret ettiği “Nevbahar”ı ölene dek, yani daha on altı yıl, üzerine oturmayan, üstelik kaşındıran bir şömize bluz gibi istemeye istemeye giyecek, çıkarıp atabilsin diye geceyi dört gözle bekleyecekti. Yolun yarısına geldiğini kulağına fısıldayabilecek kimse yoktu şu an, ne odada ne de dünyada.

On dört dakika sonra bebek ağlamasını kalın kapının ardından duyan padişah, davet beklemeden odaya daldı. “Nerede oğlum? Oğlum?” diye sorarken sesinde tereddüt hissediliyordu; ultrasona eşek yüküyle parayı kıydığı hâlde o gâvur icadına bir türlü güvenememişti. Yatağa doğru yürüdü, göbekbağını kesip kundağı hazırlamaya çalışan hemşireyi durdurup bebeğin apış arasını kontrol ettikten sonra devam etmesine izin verdi. Bir an gözleri doldu, doktorun havluyla işinin bitmesini beklemeden sabırsızlıkla elini sıktı, ne yaptığının farkına varıp bir iki adım geriledi. Sonra –bir kere yanılıp fani gibi davrandıktan sonra biraz daha ölçüyü kaçırmanın fazla bir ek zararı yoktu– ellerini havaya kaldırıp, “Murad’ım, Murad’ım, hoş geldin!” diye ünledi, odadan çıktı, koridorun ucunda bekleyen vezire, “Başlasın!” diye emir verdi.

ሟሟሟ

Oturduğu yerde içi geçmiş olmalıydı, ilk havai fişeğin patlayışı İfe’yi sıçrattı biraz; silah sesi sandı. Patlamalar arka arkaya gelmeye başlayınca günlerdir bir veliahtın doğumunun elinin kulağında olduğunu hatırladı. İfe pek umursamasa da bütün şehir neredeyse nefesini tutmuş bekliyordu bunu. Emindi herkes, süslü atların çektiği, rengârenk fenerler asılı arabalardan tonlarca et dağıtılacaktı. Belki, bir ümit, öbek öbek para dağıtılacaktı sarayın sokaklara saldığı birkaç İngiliz otomobilinden. O uğurlu gün kimse tutuklanmayacaktı; bunu belirten bir ferman yoktu ortada, ama öyleydi dolaşan dedikodu, hatta af bile gündeme gelebilirdi. Geçen sefer öyle olmuştu, tam kırk yıl önce şimdiki padişah dünyaya geldiğinde; yaşı tutanlar hatırlıyordu. Daha çocukken, babası altmış yaşlarında öldüğünde, apar topar tahta çıkarılmıştı şehzade; o gün de aynı bayram havası esmişti. Ama günün ertesi kötü gelmiş, kimsenin hapisten salıverilmemesi bir yana, bütün ülkede korkunç bir tevkifat ve idam kasırgası esmişti birdenbire, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı, hangi ülkenin hangi safta yer alacağının belli olmadığı o çalkantılı günlerde. İşin o kısmını kimse hatırlamıyordu ya da unutmayı yeğliyordu; buna karşılık, yirmi dört saat içinde gelip geçmiş olsa da, patlayana kadar yenen kuzu kavurmanın anısı, o benzersiz koku, bunca yıl akıldan çıkmamıştı, eti özel günlerde görebilenlerin çoğunluğu oluşturduğu başşehirde.

Açık pencereye yaklaştı, bir süre şiddeti, parlaklığı, sıklığı ve giriftliği gitgide artan fişekleri seyretti. Sonu gelmeyecek gibiydi ama geldi. Aynı anda göğe fırlayan bir dizi fişeğin çizdiği düz ve kıvrımlı kurdeleler, hattat eliyle yönlendirilmişçesine, şehrin okuma-yazma bilmeyenlerinin bile hemen tanıdığı (nasıl tanımasınlar, pazıbentliler seni yolda çevirip sorunca okuyamadın mı cezası her bir tabana on değnekti) harfleri tecessüm ettirdi. O âna kadar yüzüne kayıtsız bir ifade yerleşmiş olan İfe’nin bile kaşları kalktı, ateşbazın ustalığını öven bir iki kelime mırıldandı. Sokaklara üşüşmüş güruh, göğün siyahı içinde oynaşan Arap harflerine “Murad! Murad!” nidalarıyla karşılık verirken çizgiler yavaş yavaş söndü. Hemen ardından başlayan geleneksel yedi top ateşinin tetiklediği coşkuyla katlanarak büyüyen tezahürat nihayet İfe’nin sabrını taşırdı. Gürültüye dayanamayıp pencereyi kapattı, fazla yararı olmayacağını bile bile.

Tam o sırada prize takılı vantilatör çalıştı, pencereyle sözleşmiş gibi. Demek gece elektriğinin saati gelmişti. Mahallede ışıklar birer birer yanarken İfe pencereye arkasını döndü, bu kez vantilatöre yakın olan kanepeye geçti, soğumuş kahvesini bitirdi. “Sana fal bakayım mı, asil bebek...” diye söylendi. “Ama ne işine yarayacak ki. Senin yolun bugünden belli. Önündeki ilk iki üç sene en gıpta edilesi dönemin olacak ama bunu bilmeyeceksin. Büyüyünce de hatırlamayacaksın bile.” Denemişti bunu kendisinde, çok istemişti hatırlasın, yaş gelene kadar sımsıkı yummuştu gözlerini, şakaklarını yumruklamıştı; boşuna, hatırlayamıyordu ne annesini ne de babasını. “Pervane olacaklar etrafında, bekleyecekler kılıcını, mührünü eline tutuşturacakları günü. Oyun arkadaşların olacak mı? Kim işitmiş öyle saçmalık! Bir midillin olur belki. Lalanı akran bilirsin bir süre, ama ne kadar?”

Başını kaldırdı, duvardaki heybetli VIII. Murad portresiyle yüz yüze geldi. Demirbaştı her ikametgâhta, arka yüzünde yer alan seri numarası Dahiliye Nezareti’nde hane numarasıyla birlikte kayıtlıydı; kaybetmenin cezası fena, kasten bulundurmamanın cezası çok fena, çalmanın veya tahrip etmenin cezasıysa feciydi. Hatta –bu kadarı kanun değildi ama mahalle muhtarları tarafından hararetle telkin edilirdi– eve girince ilk yapılması gereken, fotoğrafa sert bir baş hareketiyle selam vermek ve “Murad’ımızı başımızdan eksik etme, rabbim,” diye mırıldanmaktı. Nişanlı çiftler zaruri olarak gittikleri izdivaç kursunu başarıyla tamamladıklarında padişahın –Yousuf Karsh’ın Churchill portresinden aldığı ilhamla poz vererek çektirdiği– en ünlü fotoğrafının yağlıboya reprodüksiyonu törenle hediye edilir, yatağın başucuna asılması ve cima öncesi karıkocanın önünde saygıyla eğilmesi gerektiği tebliğ edilirdi. İfe’yle müstakbel kocası flört dönemindeyken bir gün laf lafı açmış, bundan da bahsetmişlerdi. Beyoğlu’nda içilen iki kadeh likörün de etkisiyle biraz gevşemiş, karşılıklı güven duymuş, sağa sola dikkatlice ve birkaç kez bakındıktan sonra kıkır kıkır gülmüşler, bu kadarının saçmalığın daniskası olduğunu kendilerine ve birbirine itiraf etmişlerdi. İfe sonra birkaç gün art arda kâbus görmüştü; Âdem onu ihbar ediyor, gecenin geç saatlerinin köpekleri bile ürperten ıssızlığında kapısı güm güm çalınıyor, içeriye ellerinde korkunç işkence aletleriyle apoletli birtakım adamlar doluyordu.

“Ne günlerdi,” diye mırıldandı, başını salladı. Ne güven kalmıştı ne de cima. En azından bu evde. Ve insanlar karşılıklı nefretler içinde yatarken aynı yatakta yan yana, akar, akar yalnızlık ırmaklarca. Aniden, aptal aptal gözlerinin dolmasına sinirlendi, elinin tersiyle yaşları sildi, Rilke’nin şiirini baştan aldı, ezberden mırıldandı:

Yalnızlık bir yağmura benzer
Yükselir akşamlara denizlerden
Uzak, ıssız ovalardan eser
Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir
Ve kentin üstüne göklerden düşer.

Erselik saatlerde...

Kapı birdenbire açıldı, içeri yalpalayan bir gölge girdi. Elinde telefon rehberi büyüklüğünde bir kutu vardı, ya da bir paket. Hızını alamamış, bayiden takviye yapmış, diye düşündü İfe. Bir posta da evde içecek.

Âdem ayakkabılarını çıkarmak için arkasını döndüğünde İfe çevik bir hareketle sıçrayıp mutfağa girdi. Pirinci çarşıya çıkmadan önce gazocağının üstünde hazır bırakmış ama gelince altını yakmayı unutmuştu.

Birkaç saniye öncesine kadar oturduğu odanın ampulü yandı, sonra da kocası ayaklarını sürüyerek mutfağın girişine geldi, öylece durdu. İfe’nin arkası dönüktü; beş on saniye Âdem’den ses çıkmayınca başını çevirdi. Âdem’in yüzünde garip bir gülümseme vardı. “Karanlıkta oturuyordun yine,” dedi anlamsızca.

“Elektrik yeni geldi zaten. Ne o elindeki? Rakıysa havalandırma boşluğuna sallandır, yoksa bu sıcakta çiş gibi olur.”

“Rakı böyle mi olur? Baksana, yassı karton kutu.”

“Ne bileyim.” Alıcı gözüyle baktı, oturtamadı. Belki yan yatmış iki şişedir, diyecekti ama ağzını açmadı. Omzunu silkip dikkatini ocağa verdi tekrar. “Domatesleri...”

“Pasta,” diye sözünü kesti Âdem. Yükselen bir geğiriği kursağında boğdu. “Doğum günün kutlu olsun karıcım. Bak, yirmi tane mumu kendi ellerimle yerleştirdim. Ama yazıyı kremayla pastacı yazdı; ben o kadarını beceremem.” Başını pastadan kaldırıp İfe’nin şaşkın yüzüne baktı. “Unuttun mu yoksa? Baksana, dışarıda bütün şehir bayram ediyor, senin şerefine.”

Kendi esprisine kendi güldü Âdem, cılız kahkahası pinpon topunun sekmesinin son demleri gibi hızlanıp aniden söndü.

Benim kazandığım parayı saçma sapan şeylere harcıyorsun Âdem, dedi İfe içinden, boş gezenin boş kalfası, hayvan herif.

ሟሟሟ

Hepsi çekip gitmişti şimdi.

Sadık cücesi, “Artık yeni bir oyuncağınız var, Sultanım,” demişti beline sarılıp. “Bana ihtiyacınız olmayabilir bir süre. Ama gülmeyi unutursanız beni çağırtın, hemen gelirim.” Bahşiş kesesini yüzü kızararak kabul etmiş, çabucak uzaklaşmıştı.

Doktor Ferguson’la hemşireleri, altınlarını alıp Kraliçenin gönderdiği özel uçakla bir an evvel sıvışmışlardı, doğumdan sonra kanama veya başka bir maraza çıkmayacağına kanaat getirir getirmez. “Sarayın hekimlerinin ilmi seviyesine ve maharetine itimadım tam,” demişti yanmış kadayıf saçlı İskoç doktor, açıklama babında.

Vezirler hediyelerini haremağasına teslim edip çekilmişlerdi, hanımefendi hareme döndüğünde uygun bir tarihte iletilmek üzere; aralarında ancak başvezir imparatoru öfkelendirmeyi göze alabilmiş, doktorun talimatını hiçe sayarak köşkte loğusayı bizzat ziyarete gelmiş, yanaklarından öpmüştü. Ona “Küçük hanım,” diye hitap etmiş, ikisinin de unutmaya yüz tuttuğu Adıge dilinde birkaç tebrik ve iyi dilek ifadesi mırıldanabilmişti kimseler kulak misafiri olmadan.

Gupse bir günlük bebekle yalnızdı şimdi. Ayakta durmaması gerektiğini biliyor, yine de sık sık yattığı yerden kalkıp bir kedi masumiyetiyle uyuyan küçük, garip, buruşuk suratlı şeyin üzerine eğilmekten, beşiğin kenarını parmaklarıyla sımsıkı kavramaktan kendini alamıyordu. Birazdan gelip alacaklarını biliyordu; ne emzirecekti bebeğini ne pışpışlayacak ne de gece ağlayınca kalkacaktı; hepsini yapmakla görevli küçük bir ordu ne ihtiyaç doğarsa saniye geciktirmeden karşılayacaktı. Günde birkaç dakika görebilirse, ilk adımlarını atışına şahit olabilirse kendisini talihli addedecekti.

“Talihliyim tabii ya,” dedi. Aynı masallarda dendiği gibi, Kafdağı’nın ardında bir köyden onu alıp buraya, bir parmak şaklatarak bütün bir vilayetin halkını ölüme mahkûm edebilecek kudrette bir insanın veliahtını dünyaya getirme noktasına taşıyan macerasını düşündü, başını on altı yaşında bir tıfıl değil de seksen altıya varmış bir ninenin ağırbaşlılığıyla salladı.

“Sen de talihli ol, benim küçük prensim. Ol ki dünya görsün. Seni de, beni de.”

Valide Sultan’ın hediye ettiği Hermès eşarbı yoğura yoğura bumburuş ettiğini neden sonra fark etti, derin bir nefes aldı, eşarbı divana serip düzlemeye çalıştı. Pencereye yürüdü. İfe’yle yarım saat bakıştılar – birbirinden habersiz.

 

* İskoçya’nın Edinburgh şehri.

 

© Aziz Gökdemir, 2023

© İthaki, 2023

Tablo: Fiona, Martyr of Solway (John Everett Millais, c.1871; Walker Art Gallery, Liverpool)