Este Sarayında İhtiyar Heyetiyle Bir Öykü Akşamı

Tivoli (Joseph Vernet, 1748)

Tivoli, eski adıyla Tibur, İtalya’nın başkenti Roma’nın merkezine yaklaşık 34 kilometre uzaklıkta, içinde hâlâ oturulan taş evlerinin bazıları 1200’lü yıllara kadar geri giden şirin bir kasaba. Nüfusu altmış bine yakın. Roma İmparatorluğu’nun bir yerleşimi olarak kuruluşu MÖ 338, ama daha öncesi var, Etrüsklere, MÖ 13. yüzyıla kadar uzanıyor bilinen tarihi. Doğa kasabanın yanı başına bir yar açmış, şelaleler peyda olmuş, insanlar da yarın tepesine tapınaklar oturtmuşlar. Kalıntıları bugün de görülebiliyor.

Kasabanın tam içinde Kardinal Ippolito (II) d’Este için 1500’lü yıllarda tasarlanan, eski bir manastırın binası ve bahçesi çekirdek alınıp kamulaştırmalarla genişletilen ve Aniene nehrinin akışı değiştirilerek yaratılan çeşmelerle, havuzlarla süslenen bir korunun içine konumlandırılan görkemli Villa d’Este yer alıyor. Boyu posu, ihtişamı bence Yıldız Sarayı’ndan aşağı kalmadığı için ben villa yerine Este Sarayı demeyi tercih ediyorum. Binanın saray haline getirilmesi, teraslı bahçelerin, havuzların ve çeşmelerin tasarlanması (ve bunun için suyun güzergâhının zapturapt altına alınması) mimar Pirro Ligorio’nun eseri. Devrini tamamlamış tüm saraylar gibi harap ve bakımsız yıllar geçirmiş ama günümüzde gayet iyi bir durumda ve gezilebiliyor. UNESCO’nun listesinde.

Tivoli’nin diğer UNESCO tescilli dünya kültürü hazinesi, kasabanın biraz dışında yer alan Hadrianus’un villası. Buna da bence sarayı demek daha doğru, çünkü bahçeleriyle, binalarıyla, havuzlarıyla yaklaşık 18 kilometrekarelik bir alana yayılmış. İnşası yaklaşık MS 125-134.

Malum, 18. yüzyılda Avrupa aristokrasisinin olmazsa olmazlarından Grand Tour (Büyük Gezi) sevdası vardı. Özellikle soylu İngiliz ailelerinin yetişkin erkekliğe adım atan üyeleri, üç ila dört yıl Avrupa’nın kültürel mirasını yerinde tanımak amacıyla gezerlerdi. Mimarisi ve sanat eserleriyle listenin en tepesinde İtalya, özellikle de Roma yer alırdı. Yukarıda andığım özellikleriyle Tivoli de gezinin kapsamına dahil edilir, kasaba ve çevresi süslü atlı arabaların getirip bıraktığı gezginleri ağırlardı.

Beni tanıyan dergi editörleri bilirler, kendi kendime sürekli proje, yazı önerisi vs. üreten birisi değilim, ama benden bir konuda yazı yazmam istenirse ve kafama yatarsa bir şeyler yazmanın yolunu bulurum, fikir benimmiş gibi de önem veririm, üstünkörü bir çalışma olmaz. AB’nin destek verdiği kültürel etkinlikler çerçevesinde Tivoli’nin Büyük Gezi geçmişini canlandırmak isteyen bir proje başlatan Tivoli Rotaryenleri, anladığım kadarıyla bir yazar evi projesi tasarlamışlar, böyle bir projeye başlangıç, ileride fon yaratılabilmesi için somut bir örnek oluşturması amacıyla bir yazarı Tivoli’de misafir edip Büyük Gezi/Tivoli/Villa d’Este merkezli bir metin yazmasını istemeyi düşünmüşler. Kulübün üyeleri arasında yazar tanıdığı olan mutlaka birden fazla var, hatta üyeler arasında yazar da var, ama ikna gücü en kuvvetli olanı sanım benim arkadaşım, Osman Özot. Göçmenler ülkesi ABD’de kullandığımız terimle “birinci kuşak” bir İtalyan.

2016 yılında Osman’dan öneri geldiğinde ilk düşüncem, bu işi bir İtalyan yapmayacaksa Britanya İmparatorluğu’nun bir yazarının Büyük Gezi’nin geçmişiyle daha doğrudan bağlantılı bir seçim olacağıydı. İngiliz olmamam bir yana, aile geçmişimde böyle geziler olan asilzadeler de mevcut değildi. (Babamın gençken otostopla 1960’larda Avrupa’yı gezmesini saymıyorum. Bunlar göz ardı edilmiş olmalı ki bir süre sonra teklif resmi hale dönüştü ve bir haftalık gezi (küçük Büyük Gezi) için bavulumu hazırladım.

Gitmeden önce araştırmaya başlamıştım. Gezi yazısı ya da tanıtım değil, uzunca bir öykü yazmak niyetinde olduğumu baştan bildirmiştim; o nedenle dönemin yaşam koşulları, ekonomisi, sınıflar arası ilişkiler gibi unsurlarla ilgilendim, Tivoli’nin havasıyla suyundan ziyade. Kardinalin annesi Lucrezia ünlü Borgia ailesine mensup olduğundan Borgia’larla ilgili külliyata değmemek olmazdı ama "flaş" isimlerden uzak durmak istediğimden ve Lucrezia oğlu küçükken öldüğü için kardinalin yaşamına eğilmeyi tercih ettim. Şansıma İtalyan Rönesans sanatı ve mimarisi uzmanı Mary Hollingsworth’ün İngilizce yazdığı, 2005 yılında yayımlanan The Cardinal's Hat: Money, Ambition, and Everyday Life in the Court of a Borgia Prince, Modena’daki aile arşivinden belgelere dayanarak kapsamlı bir portre çizmişti. Ippolito’nun kumar borçlarından mutfağa alınan unun cinsine, kardinal olabilmek için girişilen entrikalardan köylülerin arazisinin gasp edilmesine kadar her şey didik didik edilmişti. Kitabı keyifle okudum. Yaşamış, görmüş kadar oldum diyesim geliyor ama bölgeyi gezip görmek, sarayı oda oda arşınlamak, birbirinden güzel çeşmelerin havaya saçtığı nemle ıslanmak tabii bambaşkaydı.

 

Lucrezia Borgia (1480-1519) (Bartolomeo Veneziano) ve oğlu Ippolito (II) d’Este (1509-1572)

Onun ötesinde, sarayı gezdiğim günlerde, İtalya’nın toplumsal hafızasında uzun bir geçmişe sahip olan Doğu-Batı çatışmasının önemli sanatsal dışavurumlarından biri olan, 1727’de Vivaldi’nin operaya dönüştürdüğü Orlando Furioso adlı epik şiirin (Ludovico Ariosto, 1714) Avrupa sanatına etkisini inceleyen geçici bir serginin konusu olması başka bir mutlu tesadüftü. Handel’den Delacroix’ya, Calvino’dan Borges’e sayısız besteci, ressam ve kalemşörü etkilemiş bu konuyu öykünün merkezine yerleştirmek gibi bir niyetim yoktu, ama sarayın bir katını hemen hemen dolduran o sergi, kültürlerin etkileşimi üzerine daha derin düşünmemi sağladı. Furioso’da yer alan isimlerden Bradamante ve (Müslümanken din değiştirip Hıristiyan olan) Ruggiero, öykünün önemli kişilerine dönüştüler. (Tabii, “kişi” yanlış kelime; aşağıdaki alıntıları okuyunca anlayacaksınız.) Ve Rüstem Paşa Camii’nin yapımında istimlak faaliyetini zorla değil herkesi hoşnut ederek gerçekleştirmeye çalışan –aksi halde yapılan camide edilen duadan hayır gelmeyeceğini bilen– Mimar Sinan’ın kulluğu/devşirmeliği, Ruggiero’nun ağzından dile geldi, öykünün dokusuna farklı ilmekler ekledi. Sergi beni dinler, kültürler, sınıflar arası çatışmaların farklı boyutlarını düşünmeye sevk etmese metne böyle beklenmedik virajlar girmezdi diye düşünüyorum.

Orlando Furioso’dan esinlenen binlerce tablodan biri, savaşçı Gattamelata. Ressamın Giorgione olduğu tahmin ediliyor (yaklaşık 1501)

Yaklaşık otuz sayfa uzunluğundaki öyküm, 2017 yılında Nazlı Birgen çevirisiyle İtalyanca ve Türkçe aslıyla aynı kapak içinde LuoghInteriori tarafından yayımlandı.

Yazının tepesinde görülen başlık öyküye benim verdiğim ad. Bunu İtalyancasının kısala kısala Villa d’Este Yaşlılarının Gece Öyküleri’ne dönüşmesi, nihayet tarihi bağlama atfen Tivoli’ye Yeni Bir Büyük Gezi şeklinde bir üstbaşlık konması, benim dışımda olan gelişmeler. Kitabın Türkçe bölümünde asıl başlık muhafaza edildi.

Yayıncıyla yapılan anlaşma nedeniyle bir süre Türkiye’de yayımlanması mümkün gözükmüyor bu metnin; bu ince kitabı Türkiye’den edinmek de çok kolay değil, o nedenle öykünün başlarından uzunca birkaç alıntıya yer vereceğim.

Açılış sayfalarında Ippolito’yu binanın terasında tek başına yakalıyoruz; vakit geç.

Kilerciler, mahzenciler, çamaşırcılar, kâhyalar, seyisler, aşçılar, kâtipler, terziler, muhasebeciler, gümüş parlatıcılar, çöp süpürücüler, lazımlık boşaltıcılar, hazinedarım... hepsi yattı çoktan.

Muhafızları teftişe çıksam şimdi onların da uyukladığını göreceğim, biliyorum. Sonra cezalandırmam gerekecek, onlara da yazık, bana da. Bu yaşıma geldim, artık korusalar ne olacak? Onyıllardır minik bir mezarda yatıyor olabilirdim kardeşlerimin çoğu gibi. Ya da hayatları boyunca lapaya tahta kaşık – tahta kaşık! – sallayan, her bayramı ben iki gıdım et bağışlayacağım diye dört gözle bekleyen, sabah akşam kepek ekmeğe talim eden, atımın etrafına üşüştüklerinde Oval Çeşme’ymişim gibi bozuk para saçarak başımdan güç bela defedebildiğim zavallılar gibi otuz, kırk yaşımda ölebilirdim. O gafiller bilmez ki hayır hizmetinin o kadarını bile yapabilmek, duacılarımın yıllık istihkakını karşılayabilmek için gümüş şamdanlarını emanetçiye bırakan bir züğürt ağayım ben. Evet, üzerimdeki şu giysinin fiyatıyla bir marangozun, bir inşaat ustasının üç yıllık nafakası denk, ama bu düzen de böyle kurulmuş, makamımın beni mecbur ettiği bir şey. Çıplak gezecek değilim.

(…)

Teras bundan birkaç saat önce bir karnaval cümbüşüydü. Alev alev lobutları çeviren cambazlar, hokkabazlar, dans eden cüceler, şaklabanlık ede ede bir uçtan diğerine koşturan palyaçolar, tıkınan davetliler... Hiçbirinin aklına gelmedi.

Oysa bugün 24 Haziran 1569.

Diğerlerinden farksız bir gün işte, değil mi?

Tam yarım asır önce bugün, seneler boyu bebek doğuran, bebek gömen, bebek doğuran annemin bedeni pes etti sonunda. Kırkını göremedi anam.

On yaşındaki çocuğa oyuncak verir gibi başpiskoposluk bahşet, gün bir gün iki annesini elinden al. Bu ne cins bir adalettir? Tanrım, bağışla beni ama, bu nasıl bir takastır, ne mene yargıdır. Bir günah mı işledim? Eğer öyleyse, çocuktum, bilerek değildi. Benimle göreceğin bir hesabın vardıysa, neden anneme iliştin?

Son satırın Ahmet Altan’ın “Tanrı ve Berke” yazısındaki yakarışına gönderme olduğunu burada belirteyim; Yangından Sonra’da da aynı satırlara başka bir ölümün ardından dokundum.

Biraz sonra Ippolito’nun zihninden çıkıp birkaç yüzyıl ileriye sıçrayıp konuya geliyoruz:

1600’lerden beri Avrupalı soyluların, zenginlerin (ya da bir hami bulup parayı denkleştirebilenlerin) bilgi ve görgü artırımı için çıktıkları Büyük Gezi’nin bir parçası olmuştu Villa d’Este, gelecekte de listede yerini alacaktı, ama dünyanın yeni bir yüzyılın kurallarına alışmaya çalıştığı, tren yollarının kıtayı sarmalayıp gezme-görmeyi zenginlerin tekelinden çıkarmaya başladığı, fotoğrafın resim sanatına rakip olup olamayacağının konuşulduğu şu noktada saray ve bahçeleri bir stasis halindeydi. Bütün bu ahı gitmiş, vahı kalmış şatafatın vücuda gelmesine iradesi, makamının gücü ve halkın uflaya puflaya ödediği vergilerle ivme veren, çocuk yaşta başpiskopos olduktan sonra hayatının geri kalanının büyük bölümünü kardinallik ve papalık peşinde koşarak harcayan adamsa, iki yüz elli yılı aşkın bir süredir sarayın duvarlarının hemen dışındaki, edepli mimarisiyle göze batmadan kendi halinde duran kilisede sonsuzluğun uykusunu uyuyor, bu dünyadan öbür tarafa bir şeyler aktarma açısından kimseciklerin ayrıcalığı olmadığını dosta düşmana işaret ediyordu.

Günbatımına yakın ellerinde şemsiyeleriyle üst kapıdan çıkan iki yabancı kadını bekleyen atlı araba, kasaba meydanından Roma’ya doğru hareket etti, Via Tiburtina’nın kasaba çıkışında dikilmiş son fenerinin ötesinde karanlığa karıştı. Ellerinde sepetleriyle bahçenin dibindeki havuzun başında sohbet eden iki genç kadın ve küçük çocuklarıysa alt kapıdan birkaç adım uzaklıktaki evlerine yürüdüler. Böylece saray, bahçe ve sular bir günün daha ziyaretçilerini uğurlayıp bir başına kalmış oldu.

Bir saat kadar sonra sessizlik tamdı. Yükselen sarı kocaman bir dolunay, terastan inen traverten basamakları soluk beyaz çubuk çubuk çizdi. Aşağıda, asma bahçelerde gölgeler ay yükseldikçe koyulaşıyor, kısalıyordu. Gölgelerden bazıları rüzgârla salınırken diğerlerinin dikkatli bakınca belli bir yöne doğru yavaş ama kararlı bir şekilde ilerlediği görülüyordu.

Tivoli’nin kaldırımlarını andıran karo desenli sırtları ay ışığını yansıtan grup, birbirine bağlı tespih taneleri gibi taşlar üzerinden aktı, Tabiat Ana Çeşmesi’ne yakın, Sedirler Göbeği’nin yanında, hem bahçenin büyük bir kısmını hem de binayı gören bir konum olduğu için seçildiği anlaşılan açıklıkta toplandı.

“Este Cenneti’nin saygıdeğer bekçileri,” dedi grubun çığırtkanı, Torto Maltese. “Konseyimizin yıllık toplantısına hoş geldiniz.”

“Torto,” dedi karanlığın içinden asırlık bir ses. “Unuttun yine.” “Özür dilerim,” diyerek toparlandı Torto. “Bizi bugünlere getiren abıhayat kaynağımız, sevgili Efesli Tabiat Ana, Tanrıça Diana. Huzurunda saygıyla eğiliyoruz.”

Kısa bir sessizlik oldu. Tosbağaların hepsi buruşuk boyunlarını çevirip çeşmenin ortasında bir düzineyi aşkın memesiyle dimdik duran heykele baktılar. İçlerinden en yaşlı olanları en az üç yüz yaşında olduğuna, bunu da bahçenin kurumamış nadir çeşmelerinden olan Tabiat Ana’nın sihrine borçlu olduğuna inanıyordu. Mırıl mırıl dua sesleri arasında birkaç şükran hıçkırığı duyuldu.

Bu interlüd, odak dışı kalmaya tahammülü oldukça sınırlı olan Naldo’nun şiddetle boğazını temizlemesiyle sona erdirildi. On yedinci yüzyılın ortalarında sarayın odalarından birinde gözüne çarpan oyuncak bebek evinden yürüttüğü kırmızı minik kardinal şapkasını neredeyse iki arka ayağı üzerinde yükselecekmişçesine duruşu ile tamamlıyor, grubun dışından herhangi bir gözlemci için lider konumunda olduğu konusunda kuşku bırakmıyordu. Bütün gözlerin yönelmesi için birkaç saniye bekledikten sonra, “Teşekkür ederim, Torto,” dedi. Durdu, kendisine bilge görünümü verdiğine inandığı bir şekilde (yıllar boyunca bahçedeki üç büyük havuzu ayna gibi kullanarak bol bol etüt etmeye fırsatı olmuştu) sağ ön ayağıyla çenesini sıvazladı. “Hepimiz burada mıyız bu akşam? Zayiat var mı? Ya da teseyyübe teslim olup teşrif etmeyen?”

Devamı kitapta, belki bir gün burada...

 

Un nuovo Grand Tour a Tivoli: I racconti degli Anziani a Villa d'Este. Città di Castello: LuoghInteriori, 2017.