İç İçe Geçmiş İstanbul Öyküleri

Bu kitapta diğer kişilerin arasından cazgırlıklarıyla öne fırlayan bir iki tanesi o kadar haşin, o kadar küfürbazdılar ki yayıneviyle ilk görüşmeye gittiğimde beni karşılayan, dosyayı yeni okumuş olan Adnan Özer’in ağzından çıkan ilk cümle, “Biraz daha yapılı birini bekliyordum,” olmuştu.

İlk kitaptan beklenebilecek hemen bütün acemilikleri ve hataları barındıran bu öykülerden nedense çok keyif alan insanlardan mektuplar aldım yıllar boyunca. Çıktığı ilk hafta Milliyet’in çok satanlar listesinde dördüncü sırasındaydı, belki adı mülayim bir içeriği olduğu izlenimini verdiğinden, belki de (çok daha muhtemel) liste bir tek Suadiye'deki Nezih Kitabevi'nin satışlarına dayanarak hazırlandığından ve muhitte beni tanıyanlar kitapçıya koşa koşa gidip kitabı aldıklarından. Uzun süre İstanbul Belediyesi’nin kitapçılarında bile kendine yer buldu. Her yıl Beyoğlu'ndaki o kitapçının raflarında kitabın yavaş yavaş azaldığını görür, daha ilk sayfadan küfürlerle karşılaşan yeni okurları düşünüp utanırdım.

Ne küfürler ne de şiddet tesadüf eseriydi; amacım sansasyon yaratmak filan da değildi. (Hatta dosyanın ilk halini İletişim adına okuyan Can Kozanoğlu’nun tavsiyesiyle Leman etkisi çok bariz olan bir sürü ifadeyi törpülemiştim; ne kadar başarılı oldum bilemiyorum.) Ülkem alev alev yanmakla meşguldü 1990’lı yılların başında; ben de bunu bireysel hoyratlık ve acımasızlık merceğinden görüntülemeye çalışıyordum, hepsi o. İçindeyken bile beni hep şaşırtmış, afallatmış bir yeri anlamak, sürekli epriyen bağımı bir şekilde sağlamlaştırmak için masa başına oturmuştum, Amerika’da geçen olaylar içeren romanlar yazmaya kalkışıp tıkandıktan sonra.

Kapak resmi: Muhsin Kut (tablo)

Pürtelaş, Sormagir ve benzerleri İstanbul’un garip adlı sokaklarıyla ilgili yazı hazırlayanların ilk aklına gelenlerden. Bir gün (boş vakit bol, yabancı öğrencilerin kaldığı bir evin usturuplu adıyla yöneticisi, daha ziyade bekçisiyim, küçük bir üniversite kasabası olan Charlottesville’de) böyle cins örnekler üzerine düşünüyordum, aklıma Tandırkulu Sokak diye saçma sapan bir sokak adı geldi. Sokağın başında durup tabelaya şaşkın şaşkın bakan bir genç kabadayı, Rıza, nereden çıktı bilmiyorum ama ilk günden beri oradaydı. Sokağın ağzında ne yaptığını, konunun ne olduğunu bilmiyordum. Bakalım ne olacak diye yazmaya başladım. Öyküye başka karakterler eklendikçe onlarla ilgili başka öyküler peyda oldular. Gazeteler geliyordu Türkiye’den, ara sıra email aracılığıyla yoğun tartışmalar yaşanıyordu. (İnternet yepyeni sayılırdı 1994 yılında, gazeteler alana adımlarını atmaya başlamışlardı; İnternetteki bütün web sitelerinin listesini gösteren bir düğmecik vardı Mosaic denen tarayıcıda; email ise iyi kötü yaygınlaşmaya başlamıştı.) Geceleri uykularımı kaçıran ne vardıysa (Yugoslavya parçalanırken yaşananlar, daha o günden çözümsüz olduğu bariz olan Kürt “sorunu,” Cumhuriyet tarihi olsun, ondan öncesi olsun tarihe nesnel yaklaşılamaması, vs.) öykülere giriyor, bazen yeni bir öykü o nedenle ortaya çıkıyordu. Macerası böyle başlayan kurmaca metinlerin edebi bir karakter kazanma şansı azdır; belki bazılarını çarpıcı tasvirlerle, zekice kurgularla bir ölçüde kurtarabildim ama diğerlerinden asla memnun kalmadım, onyıllar sonra geriye bakınca da böyle düşünmeye devam ediyorum.

Buna rağmen, dediğim gibi, kitabın sevenleri var, ara sıra da şu ya da bu yayınevi yeniden yayımlamak isteyip istemediğimi soruyor. Kitabın tamamen tarihe karışması taraftarı değilim. Ama eski haliyle aynen ortaya sürmek yerine yapmak istediğim bazı şeyler var.

Birincisi, o zamanki bilincimin sınırları nedeniyle mi, yasaların katılığı mı, başka nedenlerle mi bilmem, bazı kişilerin diline yerleştirdiğim sözcükleri bugün yeniden gözden geçirmek istiyorum. Tamamen baştan yazmak değil, ama Dersimli bir anne neden “Tunceli” desin mesela? Veya hayatı bir kılıç darbesiyle başlayan Ani’nin aklından geçen bazı düşünceler… O seksenlik kadını yazarken bir nevi tuzak kurmaya çalışmıştım okuyucuya. Kat sahibi, özellikle de başkalarından kira alan “madam,” uzunca bir dönem, belki de hâlâ Türkiye edebiyatında rastladığımız kalıplardan. Ani’nin öyküsünün başında (Rıza’nın sokağın tabelasıyla karşılaşmasından az önce yani) bu kalıp yargının ipucunu verip öykü ilerledikçe hep birlikte ters köşeye yatalım istemiştim. Öyle bir dengeyi yakalamak hiç kolay değil. Kitabın okurla buluşmasını izleyen beş-on yıl içinde Ani’yi yanlış okuduğumu kavramaya başladım. Ve onun portresini biraz farklı çizmenin yanı sıra kitabın sonuna Ani'nin perspektifinden yeni bir öykü eklemeye karar verdim. Yayın tarihini izleyen yıl hepimizi mahveden deprem yaşandı; Ani’ye o Ağustos gecesi kulak verecektim. Birçok öyküyü ise aynen bırakmaya kararlıydım, hatasıyla sevabıyla; zaten elden geçirmeye karar verdiğim bir avuç öyküye de mümkün olduğunca az müdahale edecektim. İlk sayfalarda bir dükkân sahibinin ağzından kullandığım, çok yaygın ama artık kitapta yer vermek istemediğim bir terim vardı; böyle şeyler.

Son olarak küfür meselesi vardı; en ağzı bozuk öykü kişilerimin savurduğu küfürler için özel bir yazım geliştirmiştim, bazı yerlerde dizgici (ne bilsin) bunları bozmuştu. Madem el atıyordum, onlara da bir çekidüzen vermek gerekecekti. Daha sonraki kitaplarda yapacağım aşamalı kontrollerin hiçbirini bu kitapta yapamamıştım, "uzaktan" çalıştığım ve o zamanlar teknolojik olanaklar yetersiz olduğu için. Uzun yıllar sonra kitabı tarayıp Word'e dönüştürdüm, onu yayınevine teslim ettiğim dosyayla elektronik olarak karşılaştırmak istiyordum, hiç olmazsa o noktadan sonra dizgide, düzeltide neler olmuş diye.

Tahmin edileceği gibi, bir yandan çocuk yetiştiren, bir yandan geçim derdi olan, bir yandan da yeni bir şeyler karalamaya çalışan biri için öncelikli bir proje değildi bu ve hâlâ değil. Belki fikrim değişir, ileride…

 

İç İçe Geçmiş İstanbul Öyküleri. İstanbul: Gendaş, 1998.