Gökyüzü Defni’nde yer alan “Biz O Gece Lunapark’a Gitmedik” adlı öykü şu cümleyle başlıyor: “Yanılmıyorsam koca sınıfta sene sonu ödevi seçenekleri arasından öykü yazmayı seçen bir tek benim.” Bir lise öğrencisinin ağzından yazılan bu öykünün gerçek hayattan birebir beslenen tek cümlesi bu.
Tam olarak ödev de değil, bir sınavdı aslında. Okulun en büyük salonuna doluştuğumuzu hatırlıyorum, belki bir buçuk, belki iki-üç saatliğine. Devasa, Amerikan usulü mandalı ancak ucuna minik bir demir küre iliştirilmiş sopalarla erişilebilen, salonu günışığıyla yıkayan pencereleri vardı salonun.
Üç ya da dört seçenek vardı galiba. Hemen hemen bütün derslerle ilişkim yüzeyseldi, o nedenle “başarılı” hatta “idare eder” tanımlamasına yaklaşamayacaktım hangi soruyu seçersem seçeyim… son soru hariç. Bir öykü yazmamız isteniyordu, konu ve uzunluk serbest.
Elburz Dağları’na bakan bir hastane odasında son günlerini geçiren bir İranlı gaziyle ilgili bir öykü yazdığımı hatırlıyorum. Nereden aklıma geldi bilmem; ne İran’ı görmüşlüğüm vardı ne de Elburz’u. İran-Irak Savaşı’na özel bir ilgim de yoktu. Ortaya iyi bir metin çıkmış olamaz herhalde; neyse ki elimde yok. Buna rağmen okuldaki edebiyat hocalarının takdirini kazanmış olmalı ki ABD’deki ünlü Bard College’in her sene Robert Lisesi’nden mezun olan bir öğrenciye verilmesi için adını iliştirdiği ödül o yıl benim oldu. Mezuniyet töreninde okul hayatı boyunca çalışıp didinip zoru başaran bir sürü öğrencinin arasında benim de adım okunduğunda yaşadığım hayreti unutmam zor.
“Lunapark”ın kendisi de çok ama çok eskiden, belki lisenin ikinci sınıfındayken yazdığım bir öyküye dayanıyor. Kitapta yer aldığı hali (biliyorum, kimseyi ilgilendirmez ama) bugüne kadar yazdıklarım arasında en sevdiğim öyküdür. Sondaki sürpriz için Ambrose Bierce’a borcum var tabii, ama hangimizin yok ki?
Kitap genelinde burada söylemek istediğim şeyse, ilk kitabım olan İç İçe İstanbul Öyküleri’nde üzerine gitmeye çalışıp (olgunlaşmamışlıktan, yeterince darbe yememişlikten) pek beceremediğim temalara en azından kendimi daha fazla tatmin edecek bir şekilde el atabildiğim. Sanırım bunu benim ifade edebileceğimden daha iyi dile getiriyor Jaklin Çelik, Dünya Kitap’ta yayımlanan değerlendirmesinde:
İstanbul, tüm öykülerde kendini güçlü bir şekilde hissettiriyor. Olayların geçtiği mekânlar bize bugün iyiden iyiye görünürleşen toplumsal, siyasal ve dolayısıyla kentsel çürümenin temellerine işaret ettiği için ayrıca önemli. Tarihsel çözümlemeler günümüzde eğilip bükülürken İstanbul'un Anadolu ve Avrupa yakasındaki birçok semt ve başka şehirler (Marmara Ereğlisi, İpsala, Elazığ, Dersim ve Atina, Selanik de dahil) öfkeli bir şölenin parçası haline geliyor. Unutmak üzere olduğumuz bir İstanbul kalıbı şaşmış şimdiki zamana galebe çalıyor adeta. Gökdemir, şehri bir anlamda dört tarafından zaptederek suça bulaşmış insanı çırılçıplak gözler önüne seriyor. İnsana büyük şehre gelirken kurban ettiği görünürlüğünü iade ediyor. Ve böylece iyice anlaşılır hale geliyor göçün aslında neyi saklamakta olduğu... Hal böyle olunca kaçınılmaz olarak bazen şehir ve bazen de birey birbirleriyle kendi öykülerini katletmek noktasında amansız bir yarışa giriyorlar. “...kim ki en çok insan ezmiştir, adı en geniş caddenin levhasındadır.” (s. 44)
İşte bu mutlak ayrışmada küçük, masum insanȋ talepler konfeti gibi saçılıyor etrafa, bir ânı güzel kılmak için nasıl da elverişliler, ama birazdan süpürülüp atılacaklar çöpe… “Şurada kendi yağımızda kavrulup başımızı sokacak bir çatı bulmaktan başka isteği olmayan, ne aşiret, ne kabile diyebileceğin bir avuç insandık.” (s. 39)
Aziz Gökdemir’in Gökyüzü Defni'ne aldığı öykülerin her birinin bir roman tadında olduğunu vurgulamak lazım.
Gökyüzü Defni. İstanbul: Aylak Adam, 1993.